Monday, November 04, 2024

Kolaylık Gerçeği” Nedir:

“Kolaylık Gerçeği” Nedir: Kolaylık gerçeği, öznel algı ile nesnel gerçeklik arasındaki karmaşık ilişkiye dair derinlemesine bir tartışma sunar. Bu kavram, tarih boyunca birçok filozofun ilgisini çekmiş ve farklı perspektiflerden incelenmiştir. Friedrich Nietzsche, "perspektivizm" kavramıyla mutlak gerçekliği sorgulamış ve gerçeğin öznel olduğunu savunmuştur. Nietzsche'ye göre, bireyler kendi çıkarlarına en uygun yorumları önceliklendirerek gerçekliği algılarlar. Bu da kolaylık gerçeğinin bir yansımasıdır. Michel Foucault, "güç-bilgi" ilişkisini vurgulayarak, toplumda gerçeğin nasıl bir güç aracı olarak kullanıldığını açıklar. Foucault'ya göre, güç sahipleri gerçeği manipüle ederek kendi hakimiyetlerini sürdürmeye çalışırlar. Bu durumda, gerçeklik daha çok güç ilişkilerine dayalı bir araç haline gelir ve kolaylık gerçeği, mevcut güç yapılarını desteklemek için kullanılır. Jean-Paul Sartre ise varoluşçu felsefesiyle bireyin özgürlüğünü ve otantikliğini vurgular. Sartre'a göre, insanlar kendi anlamlarını ve değerlerini yaratma sorumluluğuna sahiptirler. Ancak kolaylık gerçeği, bu otantikliğe zarar verebilir; bireyler, rahatlık veya çıkarları için gerçeği sorgulamadan kabul edebilirler. Immanuel Kant'ın felsefesi de konuyu daha da derinleştirir. Kant, fenomen ve numen arasındaki ayrımı kullanarak, gerçeğin öznel algılarımızla sınırlı olduğunu öne sürer. Ona göre, mutlak gerçeklik algılanamaz ve gerçeğin sadece bir kısmına ulaşabiliriz. Bu da, kolaylık gerçeğinin ortaya çıkmasına neden olabilir; bireyler, algılarıyla uyumlu olan gerçeklik parçalarını seçebilir ve gerçekliğin tamamını görmekten kaçınabilirler. Tüm bu filozofların perspektifleri bir araya geldiğinde, kolaylık gerçeğinin insan düşüncesi ve davranışı üzerinde nasıl etkili olduğunu daha iyi anlayabiliriz. Bu kavram, gerçeğin subjektif doğasını vurgular ve insanların çoğu zaman gerçeği sorgulamadan kabul etme eğiliminde olduklarını gösterir. Ancak, bu durum, eleştirel düşünme ve otantikliğin önemini vurgulayarak, gerçekliğin daha derin ve kapsamlı bir anlayışını sağlamak için bir fırsat da sunar. Bu nedenle, kolaylık gerçeğiyle başa çıkmak için bireylerin bilinçli bir şekilde gerçeği sorgulamaları ve çeşitli perspektifleri dikkate almaları önemlidir. Bu, daha kapsamlı bir gerçeklik anlayışına ve daha sağlam bir bilgi temeline yol açabilir. #OğuzTürk

Beynimdeki Büyük Duvar,

Beynimdeki Büyük Duvar, İnsan anlayışının derinliklerine doğru ilerlerken, felsefe, fizik, etik, din, siyaset, tarih ve sosyal psikoloji ve sosyoloji gibi bir dizi alana derinlemesine daldım. Bu yolculuk sadece bilgi birikimi değil, aynı zamanda bu alanların birbiriyle nasıl ilişkilendirilebileceğini anlama ve anlamlandırma çabasıydı. Beni diğerlerinden ayıran şey, edindiğim bilginin genişliği kadar, bu bilgiyi farklı konular ve bağlamlar arasında nasıl örülebileceği konusundaki yeteneğimdir. Bu, desenleri ayırt etme ve anlamlı ilişkiler kurma yeteneği, benim için bilgiyle birlikte önemli olan bir araçtır. Bu yetenek, karmaşık fikirleri açıklamaya ve dünyayı tam olarak kavramaya yardımcı olur. Bu derin entelektüel katılıma rağmen, kişisel yaşamımı akademik çabalarımdan ayırmaya özellikle dikkat ettim. Bu sınır, kimliğimi gizlemek değil, benliğimi korumak, bireyselliğimi muhafaza etmek ve zihinsel dengeyi sağlamak için bir kale olarak hizmet eder. Bu, başkalarıyla anlamlı bir şekilde etkileşime geçerken benliğimin kutsallığını koruma çabasıdır. Bu sınırı, benim için metaforik olarak Büyük Duvar olarak adlandırıyorum ve bu, iç dünyam ile biriktirdiğim geniş bilgi denizi arasındaki hassas dengeyi koruma çabamın bir yansımasıdır. Büyük Duvar'ın sürdürülmesi, kişisel kimlik ve bilimsel çabanın sınırlarını belirlemek zorundadır. Bu sınır, kişisel kimliğimi ve bilimsel çabalarımı birbirinden ayırmama yardımcı olurken, bu ikisi arasındaki geçişken sınırın dikkatlice korunmasını gerektirir. Bu ayrımı sürdürmek, zihinsel yeteneklerim üzerinde sürekli bir dikkat gerektirir; çünkü kişisel kimlik ve bilimsel çabanın sınırı, bilginin akıntısının etkisiyle zaman zaman silikleşmeye meyillidir. Ancak, bu ayrılık varoluşsal zorluklarla doludur. Bunun sürdürülmesi derin bir bilişsel çaba gerektirir ve sıklıkla zihinsel yeteneklerime bir bedel ödetir. Bununla birlikte, bu ayrılığı, derin bilgimin toplum tarafından her zaman anlaşılmayabileceği veya değer verilmeyebileceği bir ortamda var olma karmaşasını çözmeme olanak tanıyan temel bir adaptasyon olarak görüyorum. Özünde, Büyük Duvar hem bir engel hem de bir köprü olarak hizmet eder - kişisel kimlik ile entelektüel çabanın karmaşık etkileşiminin sembolüdür. Bu, kendini koruma ile dünyayla etkileşim arasındaki bu denge, insanın iç dünyasını keşfetme ve dış dünya ile uyum içinde var olma sürecinin merkezinde yer alır. Büyük Duvar, insanın kendi iç dünyasının karmaşıklığını kabul etme ve dış dünyayla ilişkisini anlama çabasının bir sembolüdür. Bu, kişinin içsel ve dışsal varoluşu arasında bir denge kurma çabasını temsil eder. Bu dengeyi korumak, zihinsel ve duygusal bir denge gerektirir ve bu da insanın kimliğinin ve bilgisinin birbirine nasıl entegre edileceğine dair sürekli bir çabanın ifadesidir. Bilgi ve kimlik arasındaki etkileşim, insanın deneyimini yansıtan karmaşık ve çok yönlü bir olgudur. Bu, anlama arayışının, geniş bilgi denizi karşısında kişisel benliği koruma mücadelesinin ve anlayışımızın sınırlarını fark etmenin bir yansımasıdır. Büyük Duvar, bu etkileşimin bir sembolü olarak hizmet eder, entelektüel çabanın ve kişisel refahın dengeyi bulma sürecinde önemli bir rol oynar. Bu süreç, insan varoluşunun temelinde yer alan bilgi ve kimlik arasındaki denge arayışını tanımlar. #OğuzTürk

South Azerbaijan Is Not Iran.

South Azerbaijan Is Not Iran. #OğuzTürk #SouthAzerbaijan #iran 1. What is occupation? Article 42 of the 1907 Hague Regulations (HR) states that a " territory is considered occupied when it is actually placed under the authority of the hostile army. The occupation extends only to the territory where such authority has been established and can be exercised. " According to their common Article 2, the four Geneva Conventions of 1949 apply to any territory occupied during international hostilities. They also apply in situations where the occupation of state territory meets with no armed resistance. The legality of any particular occupation is regulated by the UN Charter and the law known as jus ad bellum. Once a situation exists which factually amounts to an occupation the law of occupation applies – whether or not the occupation is considered lawful. Therefore, for the applicability of the law of occupation, it makes no difference whether an occupation has received Security Council approval, what its aim is, or indeed whether it is called an “invasion”, “liberation”, “administration” or “occupation”. As the law of occupation is primarily motivated by humanitarian considerations, it is solely the facts on the ground that determine its application. 2. When does the law of occupation start to apply? The rules of international humanitarian law relevant to occupied territori es become applicable whenever territory comes under the effective control of hostile foreign armed forces, even if the occupation meets no armed resistance and there is no fighting. The question of " control " calls up at least two different interpretations. It could be taken to mean that a situation of occupation exists whenever a party to a conflict exercises some level of authority or control within foreign territory. So, for example, advancing troops could be considered bound by the law of occupation already during the invasion phase of hostilities. This is the approach suggested in the ICRC's Commentary to the Fourth Geneva Convention (1958). An alternative and more restrictive approach would be to say that a situation of occupation exists only once a party to a conflict is in a position to exercise sufficient authority over enemy territory to enable it to discharge all of the duties imposed by the law of occupation. This approach is adopted by a number of military manuals. 3. What are the most important principles governing occupation? The duties of the occupying power are spelled out primarily in the 1907 Hague Regulations (arts 42-56) and the Fourth Geneva Convention (GC IV, art. 27-34 and 47-78), as well as in certain provisions of Additional Protocol I and customary international humanitarian law. Agreements concluded between the occupying power and the local authorities cannot deprive the population of occupied territory of the protection afforded by international humanitarian law (GC IV, art. 47) and protected persons themselves can in no circumstances renounce their rights (GC IV, art 8. The main rules of the law applicable in case of occupation state that: The occupant does not acquire sovereignty over the territory. Occupation is only a temporary situation, and the rights of the occupant are limited to the extent of that period. The occupying power must respect the laws in force in the occupied territory, unless they constitute a threat to its security or an obstacle to the application of the international law of occupation. The occupying power must take measures to restore and ensure, as far as possible, public order and safety. To the fullest extent of the means available to it, the occupying power must ensure sufficient hygiene and public health standards, as well as the provision of food and medical care to the population under occupation. The population in occupied territory cannot be forced to enlist in the occupier's armed forces. Collective or individual forcible transfers of population from and within the occupied territory are prohibited. Transfers of the civilian population of the occupying power into the occupied territory, regardless whether forcible or voluntary, are prohibited. Collective punishment is prohibited. The taking of hostages is prohibited. Reprisals against protected persons or their property are prohibited. The confiscation of private property by the occupant is prohibited. The destruction or seizure of enemy property is prohibited, unless absolutely required by military necessity during the conduct of hostilities. Cultural property must be respected. People accused of criminal offences shall be provided with proceedings respecting internationally recognized judicial guarantees (for example, they must be informed of the reason for their arrest, charg ed with a specific offence and given a fair trial as quickly as possible). Personnel of the International Red Cross/Red Crescent Movement must be allowed to carry out their humanitarian activities. The ICRC, in particular, must be given access to all protected persons, wherever they are, whether or not they are deprived of their liberty. 4. What rights does the occupying power have regarding property and natural resources in the occupied territory? Private property Private property cannot be confiscated by the occupier. Food and medical supplies may be requisitioned exclusively for the use of the occupation forces and administration personnel themselves (i.e. not for purposes of export outside of the occupied territory and not for the benefit of anyone beyond the occupying personnel, unless necessary for the benefit of the population under occupation itself) and only if the needs of the civilian population have been taken into account (GC IV, art. 55). Public property The occupying power may seize any movable property, belonging to the state, which may be used for military operations (HR, art. 53). The occupant does not acquire ownership of immovable public property in the occupied territory, since it is only a temporary administrator. Subject to restrictions regarding their exploitation and use, it can nevertheless make use of public property, including natural resources, but it must safeguard their capital value, in accordance with the law of usufruct (H R, art. 55). 5. When does occupation come to an end? The normal way for an occupation to e nd is for the occupying power to withdraw from the occupied territory or be driven out of it. However, the continued presence of foreign troops does not necessarily mean that occupation continues. A transfer of authority to a local government re-establishing the full and free exercise of sovereignty will normally end the state of occupation, if the government agrees to the continued presence of foreign troops on its territory. However, the law of occupation may become applicable again if the situation on the ground changes, that is to say, if the territory again becomes " actually placed under the authority of the hostile army " (H R, art. 42) – in other words, under the control of foreign troops without the consent of the local authorities. 6. What is the situation of people deprived of their liberty, during and after occupation? Prisoners of war are captured members of armed forces and associated militias who meet the criteria laid down in the third Geneva Convention (GC III art. 4 A (2)); they are entitled to the rights granted in the Convention. All other people held in occupied territory are protected by the Fourth Geneva Convention (GC IV), apart from very few exceptions, such as the nationals of the occupying power or its allies. However, in no case can persons deprived of their liberty for reasons related to the situation of occupation fall outside the customary minimum standards guaranteed in article 75 of Protocol I. Prisoners of war and civilian internees must be released without delay after the end of hostilities. However, those who are accused of an indictable offence may remain in captivity until the end of criminal proceedings or completion of their sentence (GC III, art. 119 (5), GC IV, art. 133 (2)). Until their release, and as long as they are under the authority of the occ upant, all those in custody remain protected by international humanitarian law (GC III, art. 5 (1) and GC IV, art. 6 (4)). 7. What is the basis for ICRC protection activities for persons deprived of their freedom during occupation and afterwards? The ICRC has a legal right to visit anyone captured in relation to an international armed conflict, including situations of occupation, on the basis of the Geneva Conventions and their Additional Protocols (GC III, arts 9 and 126, GC IV, arts 10 and 143, AP I, art. 81). If violence continues after the end of occupation, the ICRC's protection activities may have the following legal bases: In non-international armed conflicts, the ICRC bases its detention activities on article 3 common to the four Geneva Conventions (and Additional Protocol II, where applicable). Article 3 establishes the ICRC’s right to offer its services to the parties to the conflict with a view to engaging in relief action and visiting persons detained for reasons related to the conflict. In other situations of internal violence, which fall short of armed conflict, the ICRC may offer its services based on its right of initiative laid down in the Statutes of the International Red Cross and Red Crescent Movement (articles 5(2)(d) and 5(3)).

Güney Azərbaycan İran Deyil.

Güney Azərbaycan İran Deyil. #OğuzTürk #GüneyAzərbaycan #iran 1. İşgal nədir? 1907-ci ilin Haq Konvensiyalarının (HR) 42-ci maddəsi bir "ərazi düşmən ordusunun hakimiyyəti altına faktiki olaraq yerləşdirildiyi zaman işğal edilmiş sayılır. İşğal yalnız belə bir hakimiyyətin qurulduğu və icra edilə bilən əraziyə yayılır. " 1949-cu ildəki Cenevrə Konvensiyalarının dördünün müşterək 2-ci maddəsinə əsasən, beynəlxalq döyüş zamanı işğal edilmiş hər hansı bir əraziyə tətbiq olunur. Onlar həmçinin, dövlət ərazisinin işğalının heç bir silahlı qarşıdurmada rastlaşmadığı hallarda da tətbiq olunur. Hər hansı bir xüsusi işğalın yasal olub-olmaması BMT Şartı və jus ad bellum kimi tanınan hüquq tərəfindən nəzarət olunur. Faktiki olaraq işğalə bənzəyən bir vəziyyət meydana gəldiyi zaman, hər halda, işğalın qanunu tətbiq olunur - işğalın qanuni hesablanıp-hesablanmadığına baxmayaraq. Bu səbəbdən, işğalın qanununa tətbiqi üçün, işğalın Təhrikat Şurası tərəfindən təsdiqlənib təsdiqlənməməsi, onun məqsidi, ya da hətta ona "xaricə endirilmə", "azadlıq", "idarəetmə" və ya "işğal" kimi adlanıb adlanmadığı fərq etmir. İşğalın qanunu əsasən humanitar nəzərlər tərəfindən təsirləndirildiyi üçün, tətbiqinə yalnız ərazidəki faktlar təyin edir. 2. İşğalın qanunu nə vaxt tətbiq olunur? Beynəlxalq humanitar hüququn işğal olunmuş ərazilərlə bağlı qaydaları, ərazinin effektiv kontrolü düşmən xarici silahlı qüvvələrinin nəzarəti altına girdiyi zaman tətbiq olunur, hətta əgər işğal silahlı qarşıdurmaya rast gelməsə və döyüş olmasa da. "Nəzarət" sualı ən azı iki fərqli tərcüməni çağırır. Bu, münaqişə tərəflərindən birinin xarici ərazi daxilində bir səviyyədə nüfuz və ya nəzarət icra etdiyi vaxt işğal vəziyyətinin mövcud olduğunu göstərir kimi qəbul edilə bilər. Beləliklə, məsələn, irəliləyən qoşunlar münaqişənin hücum fəzəsindən əvvəl də işğalın qanununa bağlı hesab oluna bilər. Bu, İCQO'nun Dördüncü Cenevrə Konvensiyasının (1958) Şərhində tövsiyə olunan yanaşmadır. Alternativ və daha məhdud yanaşma, bir münaqişə tərəfinin, işğalın qanunu tərəfindən təyin olunan bütün vəzifələri yerinə yetirmək üçün düşmən ərazisində kifayət qədər nüfuz icra etmə qabiliyyətində olduğu vaxt işğal vəziyyətinin var olduğunu deməkdir. Bu yanaşma bir çox hərbi əmrnamələr tərəfindən qəbul olunur. 3. İşğalı idarə edən əsas prinsiplər hansılardır? İşğalı idarə edən qüvvənin vəzifələri əsasən 1907-ci ilin Haq Tüzüklərində (maddələr 42-56) və Dördüncü Cenevrə Konvensiyasında (GC IV, maddə 27-34 və 47-78) belələr də bazı Əlavə Protokolların və adətən tanınmış beynəlxalq humanitar hüququn bəzi təsnifatlarında açıqlanır. İşğal edən qüvvə ilə yerli orqanlar arasında bağlanan sazişlər işğal olunmuş ərazilərin əhaliyə beynəlxalq humanitar hüquq tərəfindən təmin edilən mühafizədən məhrum edə bilməz (GC IV, maddə 47) və müdafiə olunan şəxslər özləri heç bir halda haklarından imtina edə bilməzlər (GC IV, maddə 8. İşğal halında qanunun tətbiq olunduğu əsas qaydaları: İşğalçı ərazi üzərində suverenliyi qazanmır. İşğal yalnızca müvəqqəti bir vəziyyətdir və işğalçının hüquqları yalnız o müddət qədər məhdud edilir. İşğal edən qüvvə işğal olunmuş ərazi üzərində qüvvədə olan qanunları hörmətlə bilməlidir, əgər bu qanunlar onun təhlükəsizliyinə təhdid və ya beynəlxalq işğalın tətbiqinə maneə törədən halda deyilsə. İşğal edən qüvvə, əhalinin təhlükəsizliyini və səmərəliliyi təmin etmək üçün mümkün olan bütün vasitələri ilə təmin etməlidir. Mümkün olan bütün vasitələr ilə işğal edən qüvvə, əhalinin təcavüz və tibbi xidmətlərini və aşılama və tibbi yardım təminatını təmin etməlidir. İşğal olunmuş ərazi əhalisi işğalçının silahlı qüvvələrinə daxil olmağa məcbur edilə bilməz. İşğal olunmuş ərazi daxilində və daxilində cəmi və ya fərdi zorla köçürmələr qadağandır. Zorla və ya öz istəyi ilə işğal edən qüvvənin dövlət əhaliyəsinin işğal olunmuş əraziyə köçürülməsi qadağandır. Cəmi cəzalandırma qadağandır. Əsil olaraq tələb olunan hallarda rehin götürmə qadağandır. Müdafiə olunan şəxslərə və ya onların əmlakına qarşı repressiyalar qadağandır. İşğalçı tərəfindən özəl mülkiyyətin məlumatlarının qəbul edilməsi qadağandır. Düşmən əmlakının məhv edilməsi və ya zəbt edilməsi, yalnız hərbi təcili dərəcədə tələb olunarsa, hərbi əməliyyatlar zamanı icra edilə bilər. Mədəniyyət əmlakına hörmət olunmalıdır. Cinayət əməliyyatları ilə təmsil olunan insanlar beynəlxalq olaraq tanınan qanuni garantilərə görə məhkəmələrdə müdafiə olunmalıdır (məsələn, onlara həbsin səbəbini bildirməli, müəyyən bir cinayət ilə ittiham olunmalı və mümkün qədər tez bir şəkildə adil bir məhkəmə prosesi təmin edilməlidir). Beynəlxalq Qırmızı Xaç/Xəzər Xalq Hərəkatının personalına humanitar fəaliyyətlərini həyata keçirmək izni verilməlidir. Xüsusilə, ICRC, əslən onlar həbs edilsələr də, qorunan şəxslərə hər hansı bir ərazilərdə girişə sahib olmalıdır. 4. İşğal olunmuş ərazi üzərində əmlak və doğal sərvətlərə dair işğalçı qüvvələrin hüquqları nədir? Özəl əmlak Özəl əmlak işğalçı tərəfindən məğlub edilə bilməz. Qida və tibbi qaynaqlar yalnız işğalçı qüvvələrinin və idarə heyətinin öz istifadəsi üçün əlverişli olaraq requisition edilə bilər (yəni, işğal olunmuş ərazi xaricində ixrac məqsədilə və ya işğalçı personalından başqası üçün deyil, əslində işğal edilmiş ərazi əhalisi üçün faydalı olması tələb olunduqda) və yalnız əgər əhalinin ehtiyacları nəzərə alınıb (GC IV, maddə 55). Dövlətə məxsus olan hər hansı daşınabilir əmlak, hərbi əməliyyatlar üçün istifadə oluna biləcək işğalçı qüvvələri tərəfindən işğal olunmuş ərazidə ələ keçirilə bilər (HR, maddə 53). İşğalçı, işğal olunmuş ərazi üzərində ərazi daimi idarəçisi olduğundan, daimi əmlak əmlakına sahib olmur, çünki yalnız müvəqqəti idarəçidir. İstifadə və istifadələrini məhdudlaşdırmağa dair məhdudiyy ətlərə baxmayaraq, işğal edən qüvvə, əmlak və doğal sərvətlərdən istifadə edə bilər, amma onların kapital dəyərini qorumaq məcburiyyətindədir, istifadə hüququnun qanununa uyğun olaraq (HR, maddə 55). 5. İşğal ne zaman başa çatır? İşğalın normal olaraq başa çatması, işğal edən qüvvənin işğal olunmuş ərazidən geri çəkilməsi və ya ondan qaçırılması ilə baş verir. Lakin, xarici qüvvələrin davam etməsi işğalın davam etdiyi anlamına gəlmir. Ənənəvi və azad suverenliyin tam və azad icrasını bərpa edən yerli hökumətin xarici qüvvələrinin ölkəsinə davam edən işğalçı qüvvələrin qalması razılaşarsa, normal olaraq işğal vəziyyəti başa çatır. Lakin, əgər ərazi yenidən "əslində düşmən ordusunun hakimiyyəti altına faktiki olaraq yerləşdirilmiş" (HR, maddə 42) - başqa bir deyil, yerli orqanların razılığı olmadan xarici qüvvələrin nəzarətində yenidən dəyişirsə, işğalın hüququnu yenidən tətbiq etmək mümkün olar. 6. İşğal zamanı və sonra azadlığından məhrum edilmiş insanların vəziyyəti nədir? Hərbçilər qanununa görə əsir kimi alınan silahlı qüvvələr və əlaqəli milisiaların tutulmuş üzvləri, onlara Konvensiyada verilən hüquqlara sahibdir. Digər bütün insanlar işğal olunmuş ərazilərdə tutulanlar, bir neçə istisna olmaqla, Cenevrənin Dördüncü Konvensiyasına qorunan şəxslərdir. Lakin, heç bir halda, işğal vəziyyəti ilə əlaqəli olan səbəblərdən ötrü azadlığından məhrum edilən insanlar Protokol I-in 75-ci maddəsində təmin olunan adi minimum standartlardan kənarda qalmağa bilməz. Hərbçilər və mülki əsirlik gözlənilməz dərhal silahlı münaqişələrin sona çatmasından sonra azad edilməlidir. Lakin, cinayət işlədiyi ittiham olunanlar cinayət işləmə proseslərinin sonuna və ya cəza çəkilməsinə qədər həbsdə qala bilərlər (GC III, maddə 119 (5), GC IV, maddə 133 (2)). Onların azadlığına qədər və işğalçının nəzarəti altında olan müddətdə, bütün həbs olunanlar beynəlxalq humanitar hüquq tərəfindən qorunurlar (GC III, maddə 5 (1) və GC IV, maddə 6 (4)). 7. İşğal zamanı və sonra azadlığından məhrum edilmiş şəxslərin ICRC tərəfindən mühafizə fəaliyyətləri üçün əsas nədir? ICRC-nin beynəlxalq silahlı münaqişə ilə əlaqədar olan hər hansı bir ərzaqlanan insanı ziyarət etmək üçün Cenevrə Konvensiyaları və əlavə Protokollar əsasında hüquqi hüququ vardır (GC III, maddələr 9 və 126, GC IV, maddələr 10 və 143, AP I, maddə 81). Əgər işğalın sonrasında vəsait davam edərsə, ICRC-nin mühafizə fəaliyyətlərinin aşağıdakı hüquqi əsasları ola bilər: Münaqişənin beynəlxalq olmayan silahlı münaqişələrdə, ICRC ölkənin daxilində münaqişə tərəfləri ilə əməkdaşlıq etmək və münaqişə ilə əlaqədar səbəblərlə həbs olunan şəxsləri ziyarət etmək məqsədilə xidmət göstərmək hüququnu məhz Cenevrə Konvensiyalarının müşahidəçiləri üçün müvafiq maddə 3 (və Əlavə Protokol II, tətbiqi halda). Maddə 3 ICRC-nin tərəflərə beynəlxalq əməkdaşlıq etmək üçün xidmətlərini təklif etmə hüququnu təyin edir.

Sonsuz Evren, Sonsuz Tanrı,

Sonsuz Evren, Sonsuz Tanrı, Evren, yıldızlar, galaksiler ve kozmik olayların engin genişliği insanlığı uzun süredir büyülemiştir. Evrenin boyutlarına dair anlayışımızın merkezinde, evrenin büyüklüğü sorusu yer almaktadır - sonsuz mu yoksa sonlu mu? Ben, evrenin sonsuzluğunu savunacağım, felsefi akıl yürütme, antik Yunan felsefesi, modern kozmoloji ve sonsuz evrenin tanrısal kavramları üzerindeki etkileri gibi konularda argümanlar sunacağım. Ayrıca, görüşlerimi genişletecek, modern filozofların görüşleriyle karşılaştırarak sonsuz evren kavramını kapsamlı bir şekilde analiz edeceğim. Sonsuzluğun Felsefi Temelleri Evrenin sonsuzluğuna olan inancım, onun sonlu olduğunu destekleyen deneysel kanıtın eksikliğine dayanmaktadır. Sonlu bir evreni savunanların sınırlarını ve kısıtlamalarını destekleyen ikna edici kanıtlar sunmaları gerekir. Böyle bir kanıt olmadan, sonsuz bir evren kavramı en mantıklı ve entelektüel olarak savunulabilir pozisyon olarak kalır. Bu bakış açısı, felsefi şüpheciliğin prensipleriyle uyumludur, bu da olağanüstü iddialar için yüksek bir kanıt standardı gerektirir. Epicurus ve Democritus gibi antik Yunan filozofları, sonsuzluğun fikrini yankılayan evrenin doğası hakkında bilgiler sunmuşlardır. Her iki filozof da atomlardan oluşan sonsuz bir evren önermişlerdir, bu da sınırları veya kenarları olmayan bir kozmosu ima etmektedir. Atomcu evren görüşleri, sınırsız bir evren kavramıyla uyumlu olarak, sınırsız ve kenarsız bir genişleme sunar. Modern kozmolojik teoriler, sonsuz bir evren kavramını destekler niteliktedir. Çok evrenli hipotez, birden çok evrenin varlığını önerir, her birinin kendi benzersiz özelliklerine sahip olduğu düşünülmektedir. Bu teori sonsuz bir evren dizisini ima eder. Çağdaş filozoflar, sonsuz evren kavramına farklı perspektiflerden yaklaşırlar. Örneğin, David Lewis, her birinin kendi fiziksel yasalarına ve özelliklerine sahip olabileceği çoklu olası dünyaların varlığını savunur. Bu görüş, çoklu evren hipoteziyle uyumludur ve sonsuz evrenin sonsuz bir dizisini önerir. Öte yandan, Thomas Nagel, soruyu daha metafizik bir bakış açısından ele alarak, insan anlayışının sınırlarını ve gerçekliğin doğasını sorgular. Nagel'in bilinç ve öznel deneyim doğası hakkında felsefi soruşturmaları, sonsuz evrenin karmaşıklıkları hakkında derinlemesine bir anlayış sunar. Bize göre, sonsuz evren kavramı, geleneksel teolojik sonsuz tanrı anlayışını sorgular, özellikle de bir transcendent, harici tanrının varlığını öne sürenleri. Sonsuz bir evrende, bir sonsuz tanrının kozmosun dışında var olabileceği fiziksel veya kavramsal bir alan bulunmamaktadır. Bu, bir sonsuz tanrının evreni yaratan ve yöneten bir varlık olarak anlaşılması ve tasvir edilmesi fikrini sorgular, çünkü bu, kozmosun kendi içinde ve kendi kendini düzenleyen bir sistem olarak işlediğini, doğal yasalara göre işlediğini öne sürer, ilahi müdahaleye ihtiyaç olmadan. Yaratan veya yöneten bir sonsuz tanrı anlayışı yalnızca evrenin sonlu olduğu durumda kabul edilebilir. Bu da yukarıda vurguladığımız gibi, ve bu iddia kadar kanıt gerektirmektedir. Bu kanıtın olmadığı surece, bizim tespitiniz geçerli sayılacaktır. Bizim anladığımız sonsuz evrende, zamandan ve mekandan öte olan bir sonsuz tanrıya hiç bir “zaman” kapsamında “yer” yoktur. Görüşümüzce, sonsuz evren kavramı, tarih boyunca filozofları derinden etkilemiş ve düşündürmüş olan ilginç ve zengin bir konudur. Antik Yunan filozoflarından modern kozmologlara ve filozoflara kadar, sonsuz evren fikri derin felsefi düşünceyi geliştirmiştir. Görüşlerimi çağdaş fizik bilim adamları ve filozoflarınkilerle karşılaştırarak, evrenin karmaşıklıklarını ve sonsuz olarak tanrı anlayışına yer/zaman kalmadığını anlamak mümkün olur. #OğuzTürk

Bir El Yaralar, Bir El Sarar,

Bir El Yaralar, Bir El Sarar, Bize göre ABD'nin küresel varlığı çocuklukta duyduğum efsanelerdeki “Yedi Başlı Ejderha"ya benziyor. Elbette bu bir metafordur ve çok yönlü ve güçlü doğasını ve davranışını özetler. Bu metafor, ABD imparatorluğun çok yönlü kimliğini gösterir; bir yandan savaşların finansmanına, rejim değişikliklerini desteklemeye ve soykırımcı politikalara bulaşmış olarak karakterize edilir. Bu imparatorluğun bu kolunun, çoğu kez insan hayatları, kültürler ve barış ve refah umutlarının yok edilmesine yol açan, karşı duruşu ezme ve bölgeleri ile halkları kontrol altında tutma amacıyla acımasız güç ve taktikler kullandığı gösterilir. Diğer yandan, ABD İmparatorluğu'nun başka bir yönü, çatışmalardan ve felaketlerden etkilenenlere yardım, gıda ve ilaç sağlama gibi insani çabalarını simgeleyen bir merhem sunmakla tasvir edilir. Bu insani görünüm genellikle imparatorluğun eylemlerini haklı çıkarmak ve dünyaya insancıl bir imaj sunmak için kullanılır. Ancak, biz, bu tasvirin ikiyüzlü olduğunu ve çoğu kez çözmeyi amaçladığı krizlerin neden olduğu veya şiddetlendirdiği imparatorluğun rolünü kabul etmediğini iddia ediyoruz. ABD İmparatorluğu'nun etkisi, ekonomik politikaları, dili ve kültürü aracılığıyla Doğu ve Batı'yı boyunduruk altına alan yaygın ve bozuk bir etki olarak tanımlanır. Bu etki genellikle pozucu ve zarar verici olarak görülür, kaynakların sömürülmesine ve yerel kültürlerin ve geleneklerin marjinalleştirilmesine yol açar. Biz, ABD İmparatorluğu'nun eylemlerinin temelde insancıl olmadığını ve yıkıcı olduğunu söylüyoruz. Askeri müdahaleleri aracılığıyla toprakları, insanları, yiyecekleri ve suyu zehirleyerek ve ardından geçici olarak sözde yardım, bu imparatorluğun bağımlılık ve acı çekme döngüsünü sürdürdüğünü görüyoruz. Bu yaklaşım, gerçek insancıllığın alaycısı olarak görülür, çünkü çözmeyi amaçladığı sorunların temel nedenlerini ele almaz, belki sorun yaratıp, veya var olan sorunları her zaman büyütmeye ve diri tutmağa yardımcı olur. Görüşümce, "Yedi Başlı Ejderha" metaforu, ABD İmparatorluğu'nun karmaşık ve çelişkili doğasını güçlü bir simge olarak sunar. Bu metafor, imparatorluğun bir eli ile yaralayıp başkasıyla merhem koyup, hem yıkıcı bir güç hem de sözde yardım sağlayıcısı olarak rolünü vurgular. Bize göre, bu durum ABD’de yaşayanları da kapsar. Onlar da belli bir seviyede bu insansızlaştırıcı siyasetlere maruz kalmışlardır. Ancak, başka milletlerin başına gelenler daha boyut ötesi bir faciadır. ABD imparatorluğu, yaygın insansızlaştırıcığı ile, insan tarihinin en yıkıcı felaketidir. #OğuzTürk

Tanınmışlık Etkeni, Bir Yanılsama;

Tanınmışlık Etkeni, Bir Yanılsama; #OğuzTürk Güney Azerbaycan Milli Hareketi’nde, başka nedenlerle, bazen İran devletçiliğinin içinden beslenmiş, tanınmış ve meşhur olan kimseler, İran rejimi ile her nedenle düşman veya rakip olan devletlerin finanslarıyla klasik ve sosyal medyada tanınmış ve meşhur olan kimseler ve genelde tanınmış, unlu ve meşhur olan, hatta Azerbaycanlı veya Türk olup olmadığından asılı olmayarak, sosyal ve siyaset alanlarında görüş sunup, gerçek üzerine otorite sağlamağa çalışanların doğrulukla, gerçeklikle veya milletin sorunlarını çozmek isteği gibi hiç bir ilgileri veya kaygıları yoktur. Çağdaş toplumda, ünlülerin kamuoyu ve davranışlar üzerindeki etkisi derindir. Politikadan sosyal konulara, ünlü bireyler genellikle kamu söylemini şekillendirmede önemli bir güce sahiptir ve toplumsal normları etkiler. Bu fenomen, ünlü bireylerin görüşlerine, uzmanlıklarına veya argümanlarının niteliğine bakılmaksızın insanların onlara daha fazla inanç ve değer atfetme eğilimini vurgular, buna ünlüler etkisine bağlı olarak oluşan bir yanılsama denir. Ünlülerle ilgili olan bu yanılsama, insanların mevcut inançlarını veya görüşlerini doğrulayan bilgiyi arama eğiliminde olmalarıdır. Ünlülerle ilgili olarak, insanlar önceden oluşturdukları fikirleri doğrulayan ve destekleyen görüşleri sadece tanıdık veya takdir edilen bir kaynaktan geldikleri için daha fazla benimser ve destekler. Ünlülerle ilgili olan bu yanılsama, genel olarak bir kişiye ilişkin genel izlenimimizin, o kişinin belirli özelliklerini nasıl algıladığımızı etkilemesi durumudur. Örneğin, bir ünlüyü fiziksel olarak çekici veya başarılı olarak algılarsak, zeki, nazik veya yetenekli olduklarını da varsayarız, bunun için elimizde bu varsayımları destekleyecek herhangi bir kanıt olmasa da. Bu halo etkisi, ünlülerin görüşlerine daha fazla değer vermemize neden olabilir, sadece onları diğer alanlarda takdir ettiğimiz veya saygı duyduğumuz için. Felsefi bakış açısından, ünlülerin etkisi, uzmanlık ve otoritenin doğası hakkında soruları gündeme getirir. Ünlüler, etkili oldukları alanlarda gerçekten uzman mıdır? Ünlülerin görüşlerinin sadece ünlü oldukları için daha fazla ağırlık taşıması gerekmekte midir? Bu sorular, epistemoloji ve etik gibi daha derin konulara dokunur, inançlarımızın kaynakları ve yargılarımızın temeli hakkında eleştirel olarak düşünmemizi gerektirir. Evrim açısından, tanınmış veya tanıdık birisinin görüşlerine daha fazla ağırlık verme eğiliminin, sosyal varlıklar olarak insan evrimimizin bir ürünü olarak anlaşılabilir. Atalarımız için, bir grup içinde olmak ve etkili bireylerin yolunu takip etmek hayatta kalmak için avantajlı olmuştur. Bu otoriteye boyun eğme veya başarılı veya yüksek statüde gördüğümüz kişileri takip etme eğilimi, bugün bile psikolojimizin derinlerine işlemiş olabilir. Görümüzce, tanınmışların ve ünlülerin etkisi, onay yanılsaması ve halo etkisi gibi bilişsel yanılsamalar tarafından beslenen ünlülerin politika ve sosyal konularda kamu algısını önemli ölçüde etkiler. Ünlüler önemli konularda farkındalık yaratmada ve savundukları önemli konularda etkin olmada olumlu bir rol oynayabilirler, ancak bireylerin ünlü bireylerin görüşlerini eleştirel olarak değerlendirmesi ve onları otomatik olarak doğru kabul etmemesi önemlidir. Bilişsel yanılsamaların etkisini fark ederek, daha bilinçli ve akılcı kararlar vermeyi ve uzmanlığın ve bilginin kamusal tartışmalarda değer görmesini sağlayabiliriz. Güney Azerbaycan Milli Hareketinde, her sosyal ve siyasal alandaki gibi, doğruluk, gerçeklik ve en önemli olan milli yararların anlatımı, bayağı bulanık algılarla yanılgıya uğramıştır. İnsan toplulukları her yerde ve her zaman böylesi bulanık ve yanılmış algı çevresinde yaşamıştır. Tanınmışlık etkeni insan beyninde daha derinlerde yer alır, ve ondan kurtulmak hemen hemen imkansızdır. Ancak tanınmışlık etkeninden uzak, daha rasyonel, daha akılş, mantık ve bilim üzerine sosyal ve siyasal davranışlar yönünde yola ısrarla devam etmeliyiz. #OğuzTürk

“Algılanan Bireysel Yarar”

“Algılanan Bireysel Yarar” #OğuzTürk İnsan ve hayvan davranışlarının temelinde yatan bir motivasyon, “algılanan bireysel yarar”dır. Bu kavram, bireylerin mevcut algıları, inançları ve hedeflerine dayanarak kendilerine fayda sağlayacağını düşündükleri şekilde hareket ettiklerini öne sürer. Bu, günlük kararlarımızdan daha karmaşık davranışlara kadar her şeyi etkiler. İnsan Davranışındaki Algılanan Bireysel Yarar: İnsanlar genellikle algılanan bireysel yarara dayalı olarak hareket ederler ve bu, bireylerin algılarına ve durumlarına bağlı olarak değişebilir. Örneğin, bireyler stresli durumlardan kaçmak veya acıyı hissetmemek için kendilerine zarar verebilirler ve bunu bir çözüm olarak algılarlar. Bu davranış, zararlı olmasına rağmen, bireyin o anki en iyi menfaatine neyin olduğu algısından kaynaklanır. Hayvan Davranışındaki Algılanan Bireysel Yarar: Hayvanlar da davranışlarını algılanan bireysel yarar açısından anlamak mümkündür. Ancak onların algı üretme prosesi daha içgüdüsel ve mekanikseldir. Örneğin, hayvanlar yiyecek, barınak ve eş arayışında, hayatta kalma ve üreme başarısını sağlama algılanan bir ihtiyaçtan kaynaklanır. Bu, evrimsel psikoloji kavramı ile uyumludur, ki bu da üreme başarısını artıran davranışların genetik olarak daha fazla geçirilme olasılığının daha yüksek olduğunu öne sürer. Benim algılanan bireysel yarar teorim, bilim insanları, nörologlar ve filozoflardan çeşitli bakış açılarıyla uyumludur. Evrimsel psikologlar, kısa vadeli zararlı gibi görünen davranışların, eğer üreme başarısını artırıyorsa uyumlu olabileceğini savunur. Nörobilim çalışmaları, beyin ödül sisteminin algılanan ödüllere dayalı olarak davranışı motive etmede önemli bir rol oynadığını destekler. Thomas Hobbes ve Ayn Rand gibi filozoflar, bireylerin doğal olarak kendi yararlarına göre hareket ettiğini savunmuşlardır. Benim teorim, bireylerin kendileriyle ilgili algılarına dayalı olarak hareket ettiklerini ve bu hareketlerin her zaman rasyonel veya objektif sonuçlara dayanmadığını, ancak bireysel algıya dayandığını vurgular. Altruizm ve Bağış: Benim bakış açım, altruizm ve bağış konusunda, özgecilikle algılanan bireysel yarar arasındaki karmaşık ilişkiyi vurgular. Bu davranışlar kendine fayda sağlama algısından da kaynaklanabilir. Örneğin, bireyler kendilerini iyi hissetmek veya itibarlarını artırmak için bağış yapabilirler, bu da bireysel yarar ve özgecilik arasındaki karmaşık etkileşimi vurgular. İntihar ve Kendine Zarar Verme: Kendine zarar verme veya intihar gibi davranışlar bile algılanan bireysel yarar açısından anlaşılabilir. Bireyler bu davranışlara, duygusal acı veya sıkıntıyla başa çıkmak için bir yol olarak, o anki durumlarından kaçma olarak algılayarak başvurabilirler. Bu eylemler, diğerleri için veya uzun vadede zararlı gibi görünse de, bireyin o anki en iyi menfaatine neyin olduğu algısıyla hareket edilir. Benim fikirlerim, insan ve hayvan davranışını yoğun bir şekilde inceleyen nörobiyolog ve davranış bilimcileri gibi bilim insanlarının çalışmalarıyla uyumludur. Sapolsky'nin stres ve davranış üzerine yaptığı çalışmalar, bireylerin kendilerine zarar verme gibi davranışlara stresle başa çıkmak için başvurabileceğini destekler, bu da davranışın şekillenmesinde algılanan bireysel yararın rolünü vurgular. Görüşümce, algılanan bireysel yararla davranışı anlamak önemli sonuçları vardır. Psikoloji ve nörobilim anlayışımızı şekillendirebilir, algı, motivasyon ve davranış arasındaki karmaşık etkileşimi vurgular. Ayrıca, bu bakış açısı sosyal politika üzerinde de etkili olabilir, toplumsal sorunları ele alırken temel algıları ve motivasyonları ele almanın önemini vurgular. Bana göre, algılanan bireysel yarar, çeşitli bağlamlarda insan ve hayvan davranışını şekillendiren güçlü bir motivatördür. Bu bakış açısı hemen hemen tüm davranışları açıklayabilir, ve algı, motivasyon ve davranış arasındaki karmaşık etkileşimi anlamanın kapsamlı bir çerçevesini sunarak insan ve hayvan davranışını anlamak için değerli bir bakış açısı sunar. #OğuzTürk

İnce Bir Perdenin Arkasında Gizlenen kişi (İnsan) Yabaniliği,

İnce Bir Perdenin Arkasında Gizlenen kişi (İnsan) Yabaniliği, #OğuzTürk İnsan davranışları, karmaşıklığı ve çelişkileriyle uzun süredir filozofları, bilim insanlarını ve bilginleri büyülemiştir. Bu ilginin merkezinde ise insan doğasıyla ilgili soru yatar: İçsel olarak ahlaki varlıklar mıyız, derin köklü bir ahlak duygusu tarafından mı yönlendiriliyoruz, yoksa ince bir medeniyet örtüsü altında temelde vahşi ve acımasız mıyız? Bu yazım, insan vahşiliğinin, zalimliğinin ve acımasızlığının, kırılgan bir medeniyet yüzeyi karşısında nasıl açığa çıktığını araştırmaktadır. İnsan vahşiliğinin köklerini anlamak için öncelikle sorumluluk kavramını incelememiz gerekmektedir. Toplumsal düzen içindeki insan davranışları, genellikle sonuçlardan korku, yani eylemlerinin hesap sorulacağından duyulan korku tarafından yönlendirilir. Sosyal ortamlarda, bireyler toplumsal normlara ve ahlaki kurallara uyarak doğuştan gelen bir iyilik duygusu değil, bu normlardan sapmanın istenmeyen sonuçlara yol açabileceği pragmatik bir anlayışla hareket ederler. Bu sorumluluk korkusu, ince bir medeniyet perdesinin temelini oluşturur. Tarih ve psikolojiden örnekler, hesap sorulabilir ve sorumluluk alınabilir durumlardaki insan davranışı arasındaki keskin kontrastı canlı bir şekilde göstermektedir. Türk milletine karşı Tarihi Çin ve ve Rus cinayetkarlıkları, Güney Azerbaycan Türklerine karşı her türlü Fars soykırımları, Amerika yerlilerine karşı Fransa, İspanya ve İngilizlerin büyük soykırımları ve onlar böyle ornekler arasında Ruanda soykırımı, hesap sorumluluğunun olmadığı durumlarda insanların ne kadar korkunç eylemlere muktedir olduğunun bir göstergesidir. Bu karanlık insanlık tarihinde meydana gelen sistematik zalimlik ve insanlıktan çıkarma, insanın derinliklerdeki kötülüğünü açıkça ortaya koymaktadır. Benzer şekilde, Irak'taki Amerikan askerlerinin davranışları, kameraların önünde naziklik sergilerken, hesap verme durumunda olmadıklarında insanlık dışı şiddet eylemleri gerçekleştirmeleri, insanın ahlaki yapısının kırılganlığını vurgular. Thomas Hobbes, Friedrich Nietzsche ve Jean-Paul Sartre gibi filozoflar, insan doğasıyla ilgili sorunlarla uğraşmışlar, insan davranışının ikiliğine ışık tutmuşlardır. Hobbes'un "doğa durumu" kavramı, yaşamın "iğrenç, vahşi ve kısır" olduğu yer olarak insan vahşiliğiyle ilişkilidir. Nietzsche'nin "güç istenci" üzerine yaptığı çalışmalar ve Sartre'ın özgürlük ve sorumluluk üzerine varoluşçuluk görüşleri, insan ahlakının ve davranışının karmaşıklığını daha da aydınlatmaktadır. Evrim açısından, Richard Dawkins ve Steven Pinker gibi bilim insanları, insan davranışının köklerini açığa çıkarmışlardır. Dawkins'in "bencil gen" hipotezi, insan davranışının temelde genlerini yayma arzusundan kaynaklandığını öne sürer, bu da hesap sorulabilir olmayan durumlarda vahşilik olarak ortaya çıkabilir. Pinker'ın zamanla şiddetin azalması üzerine yaptığı çalışmalar, toplumsal ve kültürel faktörlerin insan vahşiliğini sınırladığını göstermektedir, bu da medeniyetin zayıf olduğunu ve ahlaki bir gerçeği maskelediğini vurgular. Tarih, özellikle savaş ve çatışma zamanlarında insan davranışının daha karanlık yönleriyle doludur. Ruanda soykırımı, Alman askerlerinin Yahudilere ve başka azınlıklara karşı işlediği vahşetler, Ermeni terörcuların Azerbaycan'daki cinayetleri ve Japon askerlerinin Kore ve Çin'deki davranışları gibi bahsettiğiniz örnekler, insanların ne kadar acımasız olabileceğinin çarpıcı hatırlatıcılarıdır. Bu örnekler, bireylerin hesap verilemezlik algısıyla karşı karşıya kaldıklarında, aşırı zalimlik ve şiddet eylemlerine girebileceklerini desteklemektedir. Bu tarihsel olaylar, sonuçların olmamasının nasıl korkunç eylemlere yol açabileceğinin gerçek dünya kanıtları olarak hizmet etmektedir. Bu tarihsel örnekleri inceleyerek, savaş ve algılanan cezasızlık karşısında medeniyetin ince verniğinin nasıl hızla aşındığını görebiliriz. Bu örnekler, sosyal düzenin korunmasında ve böyle vahşetleri önlemede sorumluluğun önemini vurgular. Görüşümüzce, ince bir medeniyet perdesinin altında yatan insan vahşiliği, insan doğası hakkındaki anlayışımız için derin bir düşünce konusu olmaya devam etmektedir. Tarihten, psikolojiden ve felsefeden örnekler incelenerek, insan davranışının karmaşıklıkları ve medeniyetle vahşilik arasındaki kırılgan denge daha iyi anlaşılabilir. Sorumluluğun korku faktörünün insan davranışını düzenlemede kritik bir rol oynadığı açıktır, bu da ahlaki dokumuzun ne kadar kırılgan olduğunu gösterir. Bu yazı, insan vahşiliğini, zalimliğini ve acımasızlığını, kırılgan bir medeniyet perdesi karşısında nasıl açığa çıkardığını keşfetmeye çalıştı. Tarihten, psikolojiden ve felsefeden verdiği örneklerle insan doğasının karmaşıklıklarını açığa çıkarmaya çalıştı. Bu temel sorularla boğuşmaya devam ederken, bir şey açıkça bellidir: insanlık durumu, ince bir medeniyet perdesinin altında, daha karanlık, daha özsel bir gerçekliği maskelediği bir dokudur. #OğuzTürk

İçe Dönük Katılık,

İçe Dönük Katılık, #OğuzTürk İnsan davranışı, evrimsel uyumlar ve kültürel etkileşimlerin karmaşık bir etkileşimidir. İçe dönük katılık olarak adlandırılan bu kavram, insan doğasının içsel olarak şiddet eğilimli olduğunu ve bu eğilimin, bireyin kendisine, sevdiklerine veya toplumdaki savunmasız bireylere yönlendirildiğini öne sürer. Bu kavram, kökenini evrimsel psikolojiden alır ve insan doğasının hem şiddet içeren hem de fedakarlık içeren paradoksal yapısını aydınlatır. İçe dönük katılığı anlamak için, bu şiddetin evrimsel kökenlerine bakmak önemlidir. İnsan evrimi sürecinde, şiddet kaynakları güvence altına almak ve üreme başarısını sağlamak için hayati bir rol oynamıştır. Atalarımızın yaşadığı zorlu ortamlarda, şiddet genellikle hayatta kalmanın bir yolu olarak görülüyordu. Ancak insanlar karmaşık topluluklar oluşturmaya başladıkça, şiddetin dışa vurumu giderek sosyal normlar ve yapılar tarafından sınırlanmaya başladı. Günümüz toplumunda, dışa dönük şiddet üzerindeki kısıtlamalar, içe dönük katılığın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu fenomen, kendine zarar verme, aile içi şiddet ve toplumun savunmasız üyelerine zarar verme gibi çeşitli biçimlerde kendini gösterebilir. İçe dönük katılık genellikle bireylerin dışa vuramadığı biriktirilmiş saldırganlık sonucu ortaya çıkar, bu da hem bireyin hem de çevresindekilerin zarar gördüğü yıkıcı davranışlara yol açar. Dini gelenekler genellikle içe dönük katılığı, özellikle de şehitlik ve askeziyet biçiminde yüceltir. Birçok dini uygulama, manevi aydınlanmayı elde etmenin veya daha yüksek bir gücü memnun etmenin bir yolu olarak acı ve sıkıntıya dayanmayı içerir. Bu acıyı yüceltme, acının bir takas aracı olduğu fikrini güçlendirir. Friedrich Nietzsche, geleneksel ahlakı eleştiren bir filozoftur ve özellikle dini bağlamlarda içe dönük katılık konusunda değerli görüşler sunar. Nietzsche, geleneksel dini değerlerin, alçakgönüllülük ve fedakarlık gibi, aslında gizli bir şiddet biçimi olduğunu iddia etti. Bu fenomeni "köle ahlakı" olarak tanımlayarak, güç ve kudretin değerlendirildiği antik toplumlardaki "usta ahlakı" ile karşılaştırdı. Antropolojik ve psikolojik çalışmalar, insan davranışının hem biyolojik hem de kültürel faktörlerden derin etkilendiğini desteklemektedir. Antropolog Richard Wrangham'ın "kendini evcilleştirme" kavramı, insanların birbirlerine karşı daha az saldırgan ancak kendilerine karşı daha saldırgan olmaya evrildiğini öne sürer, bu da içe dönük katılık kavramıyla uyumludur. Sigmund Freud ve Melanie Klein gibi psikologlar, insan davranışındaki saldırganlık ve ölüm dürtüsünün rolünü inceleyerek, içe dönük katılığın arkasındaki bilinçdışı motivasyonlar hakkında bilgi verir. İçe dönük katılık üzerine çeşitli bakış açılarını karşılaştırmak, insan doğasının karmaşık bir resmini ortaya koymaktadır. Evrimsel psikoloji, şiddetin insan evrimindeki adaptif önemini vurgularken, kültürel ve dini faktörler bu şiddetin modern toplumda nasıl ifade edildiğini şekillendirmede önemli bir rol oynamaktadır. Nietzsche'nin geleneksel ahlak eleştirisi, tartışmamıza felsefi bir boyut kazandırırken, bizi şiddet ve bu şiddetin tezahürleri konusundaki anlayışımızı yeniden gözden geçirmeye çağırır. Görüşümüzce, içe dönük katılık kavramı, insan davranışının karmaşıklığını incelemek için etkileyici bir bakış açısı sunar. İnsan şiddetinin evrimsel kökenlerini ve modern toplumda nasıl tezahür ettiğini tanıyarak, insan davranışını yönlendiren mekanizmaları daha iyi anlayabiliriz. İleri araştırmalar ve disiplinler arası işbirliği, insan doğasının karmaşıklıklarını çözümlemek ve bunların toplum için ne anlama geldiğini anlamak için hayati öneme sahiptir. #OğuzTürk