Monday, November 04, 2024

Kolaylık Gerçeği” Nedir:

“Kolaylık Gerçeği” Nedir: Kolaylık gerçeği, öznel algı ile nesnel gerçeklik arasındaki karmaşık ilişkiye dair derinlemesine bir tartışma sunar. Bu kavram, tarih boyunca birçok filozofun ilgisini çekmiş ve farklı perspektiflerden incelenmiştir. Friedrich Nietzsche, "perspektivizm" kavramıyla mutlak gerçekliği sorgulamış ve gerçeğin öznel olduğunu savunmuştur. Nietzsche'ye göre, bireyler kendi çıkarlarına en uygun yorumları önceliklendirerek gerçekliği algılarlar. Bu da kolaylık gerçeğinin bir yansımasıdır. Michel Foucault, "güç-bilgi" ilişkisini vurgulayarak, toplumda gerçeğin nasıl bir güç aracı olarak kullanıldığını açıklar. Foucault'ya göre, güç sahipleri gerçeği manipüle ederek kendi hakimiyetlerini sürdürmeye çalışırlar. Bu durumda, gerçeklik daha çok güç ilişkilerine dayalı bir araç haline gelir ve kolaylık gerçeği, mevcut güç yapılarını desteklemek için kullanılır. Jean-Paul Sartre ise varoluşçu felsefesiyle bireyin özgürlüğünü ve otantikliğini vurgular. Sartre'a göre, insanlar kendi anlamlarını ve değerlerini yaratma sorumluluğuna sahiptirler. Ancak kolaylık gerçeği, bu otantikliğe zarar verebilir; bireyler, rahatlık veya çıkarları için gerçeği sorgulamadan kabul edebilirler. Immanuel Kant'ın felsefesi de konuyu daha da derinleştirir. Kant, fenomen ve numen arasındaki ayrımı kullanarak, gerçeğin öznel algılarımızla sınırlı olduğunu öne sürer. Ona göre, mutlak gerçeklik algılanamaz ve gerçeğin sadece bir kısmına ulaşabiliriz. Bu da, kolaylık gerçeğinin ortaya çıkmasına neden olabilir; bireyler, algılarıyla uyumlu olan gerçeklik parçalarını seçebilir ve gerçekliğin tamamını görmekten kaçınabilirler. Tüm bu filozofların perspektifleri bir araya geldiğinde, kolaylık gerçeğinin insan düşüncesi ve davranışı üzerinde nasıl etkili olduğunu daha iyi anlayabiliriz. Bu kavram, gerçeğin subjektif doğasını vurgular ve insanların çoğu zaman gerçeği sorgulamadan kabul etme eğiliminde olduklarını gösterir. Ancak, bu durum, eleştirel düşünme ve otantikliğin önemini vurgulayarak, gerçekliğin daha derin ve kapsamlı bir anlayışını sağlamak için bir fırsat da sunar. Bu nedenle, kolaylık gerçeğiyle başa çıkmak için bireylerin bilinçli bir şekilde gerçeği sorgulamaları ve çeşitli perspektifleri dikkate almaları önemlidir. Bu, daha kapsamlı bir gerçeklik anlayışına ve daha sağlam bir bilgi temeline yol açabilir. #OğuzTürk

Beynimdeki Büyük Duvar,

Beynimdeki Büyük Duvar, İnsan anlayışının derinliklerine doğru ilerlerken, felsefe, fizik, etik, din, siyaset, tarih ve sosyal psikoloji ve sosyoloji gibi bir dizi alana derinlemesine daldım. Bu yolculuk sadece bilgi birikimi değil, aynı zamanda bu alanların birbiriyle nasıl ilişkilendirilebileceğini anlama ve anlamlandırma çabasıydı. Beni diğerlerinden ayıran şey, edindiğim bilginin genişliği kadar, bu bilgiyi farklı konular ve bağlamlar arasında nasıl örülebileceği konusundaki yeteneğimdir. Bu, desenleri ayırt etme ve anlamlı ilişkiler kurma yeteneği, benim için bilgiyle birlikte önemli olan bir araçtır. Bu yetenek, karmaşık fikirleri açıklamaya ve dünyayı tam olarak kavramaya yardımcı olur. Bu derin entelektüel katılıma rağmen, kişisel yaşamımı akademik çabalarımdan ayırmaya özellikle dikkat ettim. Bu sınır, kimliğimi gizlemek değil, benliğimi korumak, bireyselliğimi muhafaza etmek ve zihinsel dengeyi sağlamak için bir kale olarak hizmet eder. Bu, başkalarıyla anlamlı bir şekilde etkileşime geçerken benliğimin kutsallığını koruma çabasıdır. Bu sınırı, benim için metaforik olarak Büyük Duvar olarak adlandırıyorum ve bu, iç dünyam ile biriktirdiğim geniş bilgi denizi arasındaki hassas dengeyi koruma çabamın bir yansımasıdır. Büyük Duvar'ın sürdürülmesi, kişisel kimlik ve bilimsel çabanın sınırlarını belirlemek zorundadır. Bu sınır, kişisel kimliğimi ve bilimsel çabalarımı birbirinden ayırmama yardımcı olurken, bu ikisi arasındaki geçişken sınırın dikkatlice korunmasını gerektirir. Bu ayrımı sürdürmek, zihinsel yeteneklerim üzerinde sürekli bir dikkat gerektirir; çünkü kişisel kimlik ve bilimsel çabanın sınırı, bilginin akıntısının etkisiyle zaman zaman silikleşmeye meyillidir. Ancak, bu ayrılık varoluşsal zorluklarla doludur. Bunun sürdürülmesi derin bir bilişsel çaba gerektirir ve sıklıkla zihinsel yeteneklerime bir bedel ödetir. Bununla birlikte, bu ayrılığı, derin bilgimin toplum tarafından her zaman anlaşılmayabileceği veya değer verilmeyebileceği bir ortamda var olma karmaşasını çözmeme olanak tanıyan temel bir adaptasyon olarak görüyorum. Özünde, Büyük Duvar hem bir engel hem de bir köprü olarak hizmet eder - kişisel kimlik ile entelektüel çabanın karmaşık etkileşiminin sembolüdür. Bu, kendini koruma ile dünyayla etkileşim arasındaki bu denge, insanın iç dünyasını keşfetme ve dış dünya ile uyum içinde var olma sürecinin merkezinde yer alır. Büyük Duvar, insanın kendi iç dünyasının karmaşıklığını kabul etme ve dış dünyayla ilişkisini anlama çabasının bir sembolüdür. Bu, kişinin içsel ve dışsal varoluşu arasında bir denge kurma çabasını temsil eder. Bu dengeyi korumak, zihinsel ve duygusal bir denge gerektirir ve bu da insanın kimliğinin ve bilgisinin birbirine nasıl entegre edileceğine dair sürekli bir çabanın ifadesidir. Bilgi ve kimlik arasındaki etkileşim, insanın deneyimini yansıtan karmaşık ve çok yönlü bir olgudur. Bu, anlama arayışının, geniş bilgi denizi karşısında kişisel benliği koruma mücadelesinin ve anlayışımızın sınırlarını fark etmenin bir yansımasıdır. Büyük Duvar, bu etkileşimin bir sembolü olarak hizmet eder, entelektüel çabanın ve kişisel refahın dengeyi bulma sürecinde önemli bir rol oynar. Bu süreç, insan varoluşunun temelinde yer alan bilgi ve kimlik arasındaki denge arayışını tanımlar. #OğuzTürk

South Azerbaijan Is Not Iran.

South Azerbaijan Is Not Iran. #OğuzTürk #SouthAzerbaijan #iran 1. What is occupation? Article 42 of the 1907 Hague Regulations (HR) states that a " territory is considered occupied when it is actually placed under the authority of the hostile army. The occupation extends only to the territory where such authority has been established and can be exercised. " According to their common Article 2, the four Geneva Conventions of 1949 apply to any territory occupied during international hostilities. They also apply in situations where the occupation of state territory meets with no armed resistance. The legality of any particular occupation is regulated by the UN Charter and the law known as jus ad bellum. Once a situation exists which factually amounts to an occupation the law of occupation applies – whether or not the occupation is considered lawful. Therefore, for the applicability of the law of occupation, it makes no difference whether an occupation has received Security Council approval, what its aim is, or indeed whether it is called an “invasion”, “liberation”, “administration” or “occupation”. As the law of occupation is primarily motivated by humanitarian considerations, it is solely the facts on the ground that determine its application. 2. When does the law of occupation start to apply? The rules of international humanitarian law relevant to occupied territori es become applicable whenever territory comes under the effective control of hostile foreign armed forces, even if the occupation meets no armed resistance and there is no fighting. The question of " control " calls up at least two different interpretations. It could be taken to mean that a situation of occupation exists whenever a party to a conflict exercises some level of authority or control within foreign territory. So, for example, advancing troops could be considered bound by the law of occupation already during the invasion phase of hostilities. This is the approach suggested in the ICRC's Commentary to the Fourth Geneva Convention (1958). An alternative and more restrictive approach would be to say that a situation of occupation exists only once a party to a conflict is in a position to exercise sufficient authority over enemy territory to enable it to discharge all of the duties imposed by the law of occupation. This approach is adopted by a number of military manuals. 3. What are the most important principles governing occupation? The duties of the occupying power are spelled out primarily in the 1907 Hague Regulations (arts 42-56) and the Fourth Geneva Convention (GC IV, art. 27-34 and 47-78), as well as in certain provisions of Additional Protocol I and customary international humanitarian law. Agreements concluded between the occupying power and the local authorities cannot deprive the population of occupied territory of the protection afforded by international humanitarian law (GC IV, art. 47) and protected persons themselves can in no circumstances renounce their rights (GC IV, art 8. The main rules of the law applicable in case of occupation state that: The occupant does not acquire sovereignty over the territory. Occupation is only a temporary situation, and the rights of the occupant are limited to the extent of that period. The occupying power must respect the laws in force in the occupied territory, unless they constitute a threat to its security or an obstacle to the application of the international law of occupation. The occupying power must take measures to restore and ensure, as far as possible, public order and safety. To the fullest extent of the means available to it, the occupying power must ensure sufficient hygiene and public health standards, as well as the provision of food and medical care to the population under occupation. The population in occupied territory cannot be forced to enlist in the occupier's armed forces. Collective or individual forcible transfers of population from and within the occupied territory are prohibited. Transfers of the civilian population of the occupying power into the occupied territory, regardless whether forcible or voluntary, are prohibited. Collective punishment is prohibited. The taking of hostages is prohibited. Reprisals against protected persons or their property are prohibited. The confiscation of private property by the occupant is prohibited. The destruction or seizure of enemy property is prohibited, unless absolutely required by military necessity during the conduct of hostilities. Cultural property must be respected. People accused of criminal offences shall be provided with proceedings respecting internationally recognized judicial guarantees (for example, they must be informed of the reason for their arrest, charg ed with a specific offence and given a fair trial as quickly as possible). Personnel of the International Red Cross/Red Crescent Movement must be allowed to carry out their humanitarian activities. The ICRC, in particular, must be given access to all protected persons, wherever they are, whether or not they are deprived of their liberty. 4. What rights does the occupying power have regarding property and natural resources in the occupied territory? Private property Private property cannot be confiscated by the occupier. Food and medical supplies may be requisitioned exclusively for the use of the occupation forces and administration personnel themselves (i.e. not for purposes of export outside of the occupied territory and not for the benefit of anyone beyond the occupying personnel, unless necessary for the benefit of the population under occupation itself) and only if the needs of the civilian population have been taken into account (GC IV, art. 55). Public property The occupying power may seize any movable property, belonging to the state, which may be used for military operations (HR, art. 53). The occupant does not acquire ownership of immovable public property in the occupied territory, since it is only a temporary administrator. Subject to restrictions regarding their exploitation and use, it can nevertheless make use of public property, including natural resources, but it must safeguard their capital value, in accordance with the law of usufruct (H R, art. 55). 5. When does occupation come to an end? The normal way for an occupation to e nd is for the occupying power to withdraw from the occupied territory or be driven out of it. However, the continued presence of foreign troops does not necessarily mean that occupation continues. A transfer of authority to a local government re-establishing the full and free exercise of sovereignty will normally end the state of occupation, if the government agrees to the continued presence of foreign troops on its territory. However, the law of occupation may become applicable again if the situation on the ground changes, that is to say, if the territory again becomes " actually placed under the authority of the hostile army " (H R, art. 42) – in other words, under the control of foreign troops without the consent of the local authorities. 6. What is the situation of people deprived of their liberty, during and after occupation? Prisoners of war are captured members of armed forces and associated militias who meet the criteria laid down in the third Geneva Convention (GC III art. 4 A (2)); they are entitled to the rights granted in the Convention. All other people held in occupied territory are protected by the Fourth Geneva Convention (GC IV), apart from very few exceptions, such as the nationals of the occupying power or its allies. However, in no case can persons deprived of their liberty for reasons related to the situation of occupation fall outside the customary minimum standards guaranteed in article 75 of Protocol I. Prisoners of war and civilian internees must be released without delay after the end of hostilities. However, those who are accused of an indictable offence may remain in captivity until the end of criminal proceedings or completion of their sentence (GC III, art. 119 (5), GC IV, art. 133 (2)). Until their release, and as long as they are under the authority of the occ upant, all those in custody remain protected by international humanitarian law (GC III, art. 5 (1) and GC IV, art. 6 (4)). 7. What is the basis for ICRC protection activities for persons deprived of their freedom during occupation and afterwards? The ICRC has a legal right to visit anyone captured in relation to an international armed conflict, including situations of occupation, on the basis of the Geneva Conventions and their Additional Protocols (GC III, arts 9 and 126, GC IV, arts 10 and 143, AP I, art. 81). If violence continues after the end of occupation, the ICRC's protection activities may have the following legal bases: In non-international armed conflicts, the ICRC bases its detention activities on article 3 common to the four Geneva Conventions (and Additional Protocol II, where applicable). Article 3 establishes the ICRC’s right to offer its services to the parties to the conflict with a view to engaging in relief action and visiting persons detained for reasons related to the conflict. In other situations of internal violence, which fall short of armed conflict, the ICRC may offer its services based on its right of initiative laid down in the Statutes of the International Red Cross and Red Crescent Movement (articles 5(2)(d) and 5(3)).

Güney Azərbaycan İran Deyil.

Güney Azərbaycan İran Deyil. #OğuzTürk #GüneyAzərbaycan #iran 1. İşgal nədir? 1907-ci ilin Haq Konvensiyalarının (HR) 42-ci maddəsi bir "ərazi düşmən ordusunun hakimiyyəti altına faktiki olaraq yerləşdirildiyi zaman işğal edilmiş sayılır. İşğal yalnız belə bir hakimiyyətin qurulduğu və icra edilə bilən əraziyə yayılır. " 1949-cu ildəki Cenevrə Konvensiyalarının dördünün müşterək 2-ci maddəsinə əsasən, beynəlxalq döyüş zamanı işğal edilmiş hər hansı bir əraziyə tətbiq olunur. Onlar həmçinin, dövlət ərazisinin işğalının heç bir silahlı qarşıdurmada rastlaşmadığı hallarda da tətbiq olunur. Hər hansı bir xüsusi işğalın yasal olub-olmaması BMT Şartı və jus ad bellum kimi tanınan hüquq tərəfindən nəzarət olunur. Faktiki olaraq işğalə bənzəyən bir vəziyyət meydana gəldiyi zaman, hər halda, işğalın qanunu tətbiq olunur - işğalın qanuni hesablanıp-hesablanmadığına baxmayaraq. Bu səbəbdən, işğalın qanununa tətbiqi üçün, işğalın Təhrikat Şurası tərəfindən təsdiqlənib təsdiqlənməməsi, onun məqsidi, ya da hətta ona "xaricə endirilmə", "azadlıq", "idarəetmə" və ya "işğal" kimi adlanıb adlanmadığı fərq etmir. İşğalın qanunu əsasən humanitar nəzərlər tərəfindən təsirləndirildiyi üçün, tətbiqinə yalnız ərazidəki faktlar təyin edir. 2. İşğalın qanunu nə vaxt tətbiq olunur? Beynəlxalq humanitar hüququn işğal olunmuş ərazilərlə bağlı qaydaları, ərazinin effektiv kontrolü düşmən xarici silahlı qüvvələrinin nəzarəti altına girdiyi zaman tətbiq olunur, hətta əgər işğal silahlı qarşıdurmaya rast gelməsə və döyüş olmasa da. "Nəzarət" sualı ən azı iki fərqli tərcüməni çağırır. Bu, münaqişə tərəflərindən birinin xarici ərazi daxilində bir səviyyədə nüfuz və ya nəzarət icra etdiyi vaxt işğal vəziyyətinin mövcud olduğunu göstərir kimi qəbul edilə bilər. Beləliklə, məsələn, irəliləyən qoşunlar münaqişənin hücum fəzəsindən əvvəl də işğalın qanununa bağlı hesab oluna bilər. Bu, İCQO'nun Dördüncü Cenevrə Konvensiyasının (1958) Şərhində tövsiyə olunan yanaşmadır. Alternativ və daha məhdud yanaşma, bir münaqişə tərəfinin, işğalın qanunu tərəfindən təyin olunan bütün vəzifələri yerinə yetirmək üçün düşmən ərazisində kifayət qədər nüfuz icra etmə qabiliyyətində olduğu vaxt işğal vəziyyətinin var olduğunu deməkdir. Bu yanaşma bir çox hərbi əmrnamələr tərəfindən qəbul olunur. 3. İşğalı idarə edən əsas prinsiplər hansılardır? İşğalı idarə edən qüvvənin vəzifələri əsasən 1907-ci ilin Haq Tüzüklərində (maddələr 42-56) və Dördüncü Cenevrə Konvensiyasında (GC IV, maddə 27-34 və 47-78) belələr də bazı Əlavə Protokolların və adətən tanınmış beynəlxalq humanitar hüququn bəzi təsnifatlarında açıqlanır. İşğal edən qüvvə ilə yerli orqanlar arasında bağlanan sazişlər işğal olunmuş ərazilərin əhaliyə beynəlxalq humanitar hüquq tərəfindən təmin edilən mühafizədən məhrum edə bilməz (GC IV, maddə 47) və müdafiə olunan şəxslər özləri heç bir halda haklarından imtina edə bilməzlər (GC IV, maddə 8. İşğal halında qanunun tətbiq olunduğu əsas qaydaları: İşğalçı ərazi üzərində suverenliyi qazanmır. İşğal yalnızca müvəqqəti bir vəziyyətdir və işğalçının hüquqları yalnız o müddət qədər məhdud edilir. İşğal edən qüvvə işğal olunmuş ərazi üzərində qüvvədə olan qanunları hörmətlə bilməlidir, əgər bu qanunlar onun təhlükəsizliyinə təhdid və ya beynəlxalq işğalın tətbiqinə maneə törədən halda deyilsə. İşğal edən qüvvə, əhalinin təhlükəsizliyini və səmərəliliyi təmin etmək üçün mümkün olan bütün vasitələri ilə təmin etməlidir. Mümkün olan bütün vasitələr ilə işğal edən qüvvə, əhalinin təcavüz və tibbi xidmətlərini və aşılama və tibbi yardım təminatını təmin etməlidir. İşğal olunmuş ərazi əhalisi işğalçının silahlı qüvvələrinə daxil olmağa məcbur edilə bilməz. İşğal olunmuş ərazi daxilində və daxilində cəmi və ya fərdi zorla köçürmələr qadağandır. Zorla və ya öz istəyi ilə işğal edən qüvvənin dövlət əhaliyəsinin işğal olunmuş əraziyə köçürülməsi qadağandır. Cəmi cəzalandırma qadağandır. Əsil olaraq tələb olunan hallarda rehin götürmə qadağandır. Müdafiə olunan şəxslərə və ya onların əmlakına qarşı repressiyalar qadağandır. İşğalçı tərəfindən özəl mülkiyyətin məlumatlarının qəbul edilməsi qadağandır. Düşmən əmlakının məhv edilməsi və ya zəbt edilməsi, yalnız hərbi təcili dərəcədə tələb olunarsa, hərbi əməliyyatlar zamanı icra edilə bilər. Mədəniyyət əmlakına hörmət olunmalıdır. Cinayət əməliyyatları ilə təmsil olunan insanlar beynəlxalq olaraq tanınan qanuni garantilərə görə məhkəmələrdə müdafiə olunmalıdır (məsələn, onlara həbsin səbəbini bildirməli, müəyyən bir cinayət ilə ittiham olunmalı və mümkün qədər tez bir şəkildə adil bir məhkəmə prosesi təmin edilməlidir). Beynəlxalq Qırmızı Xaç/Xəzər Xalq Hərəkatının personalına humanitar fəaliyyətlərini həyata keçirmək izni verilməlidir. Xüsusilə, ICRC, əslən onlar həbs edilsələr də, qorunan şəxslərə hər hansı bir ərazilərdə girişə sahib olmalıdır. 4. İşğal olunmuş ərazi üzərində əmlak və doğal sərvətlərə dair işğalçı qüvvələrin hüquqları nədir? Özəl əmlak Özəl əmlak işğalçı tərəfindən məğlub edilə bilməz. Qida və tibbi qaynaqlar yalnız işğalçı qüvvələrinin və idarə heyətinin öz istifadəsi üçün əlverişli olaraq requisition edilə bilər (yəni, işğal olunmuş ərazi xaricində ixrac məqsədilə və ya işğalçı personalından başqası üçün deyil, əslində işğal edilmiş ərazi əhalisi üçün faydalı olması tələb olunduqda) və yalnız əgər əhalinin ehtiyacları nəzərə alınıb (GC IV, maddə 55). Dövlətə məxsus olan hər hansı daşınabilir əmlak, hərbi əməliyyatlar üçün istifadə oluna biləcək işğalçı qüvvələri tərəfindən işğal olunmuş ərazidə ələ keçirilə bilər (HR, maddə 53). İşğalçı, işğal olunmuş ərazi üzərində ərazi daimi idarəçisi olduğundan, daimi əmlak əmlakına sahib olmur, çünki yalnız müvəqqəti idarəçidir. İstifadə və istifadələrini məhdudlaşdırmağa dair məhdudiyy ətlərə baxmayaraq, işğal edən qüvvə, əmlak və doğal sərvətlərdən istifadə edə bilər, amma onların kapital dəyərini qorumaq məcburiyyətindədir, istifadə hüququnun qanununa uyğun olaraq (HR, maddə 55). 5. İşğal ne zaman başa çatır? İşğalın normal olaraq başa çatması, işğal edən qüvvənin işğal olunmuş ərazidən geri çəkilməsi və ya ondan qaçırılması ilə baş verir. Lakin, xarici qüvvələrin davam etməsi işğalın davam etdiyi anlamına gəlmir. Ənənəvi və azad suverenliyin tam və azad icrasını bərpa edən yerli hökumətin xarici qüvvələrinin ölkəsinə davam edən işğalçı qüvvələrin qalması razılaşarsa, normal olaraq işğal vəziyyəti başa çatır. Lakin, əgər ərazi yenidən "əslində düşmən ordusunun hakimiyyəti altına faktiki olaraq yerləşdirilmiş" (HR, maddə 42) - başqa bir deyil, yerli orqanların razılığı olmadan xarici qüvvələrin nəzarətində yenidən dəyişirsə, işğalın hüququnu yenidən tətbiq etmək mümkün olar. 6. İşğal zamanı və sonra azadlığından məhrum edilmiş insanların vəziyyəti nədir? Hərbçilər qanununa görə əsir kimi alınan silahlı qüvvələr və əlaqəli milisiaların tutulmuş üzvləri, onlara Konvensiyada verilən hüquqlara sahibdir. Digər bütün insanlar işğal olunmuş ərazilərdə tutulanlar, bir neçə istisna olmaqla, Cenevrənin Dördüncü Konvensiyasına qorunan şəxslərdir. Lakin, heç bir halda, işğal vəziyyəti ilə əlaqəli olan səbəblərdən ötrü azadlığından məhrum edilən insanlar Protokol I-in 75-ci maddəsində təmin olunan adi minimum standartlardan kənarda qalmağa bilməz. Hərbçilər və mülki əsirlik gözlənilməz dərhal silahlı münaqişələrin sona çatmasından sonra azad edilməlidir. Lakin, cinayət işlədiyi ittiham olunanlar cinayət işləmə proseslərinin sonuna və ya cəza çəkilməsinə qədər həbsdə qala bilərlər (GC III, maddə 119 (5), GC IV, maddə 133 (2)). Onların azadlığına qədər və işğalçının nəzarəti altında olan müddətdə, bütün həbs olunanlar beynəlxalq humanitar hüquq tərəfindən qorunurlar (GC III, maddə 5 (1) və GC IV, maddə 6 (4)). 7. İşğal zamanı və sonra azadlığından məhrum edilmiş şəxslərin ICRC tərəfindən mühafizə fəaliyyətləri üçün əsas nədir? ICRC-nin beynəlxalq silahlı münaqişə ilə əlaqədar olan hər hansı bir ərzaqlanan insanı ziyarət etmək üçün Cenevrə Konvensiyaları və əlavə Protokollar əsasında hüquqi hüququ vardır (GC III, maddələr 9 və 126, GC IV, maddələr 10 və 143, AP I, maddə 81). Əgər işğalın sonrasında vəsait davam edərsə, ICRC-nin mühafizə fəaliyyətlərinin aşağıdakı hüquqi əsasları ola bilər: Münaqişənin beynəlxalq olmayan silahlı münaqişələrdə, ICRC ölkənin daxilində münaqişə tərəfləri ilə əməkdaşlıq etmək və münaqişə ilə əlaqədar səbəblərlə həbs olunan şəxsləri ziyarət etmək məqsədilə xidmət göstərmək hüququnu məhz Cenevrə Konvensiyalarının müşahidəçiləri üçün müvafiq maddə 3 (və Əlavə Protokol II, tətbiqi halda). Maddə 3 ICRC-nin tərəflərə beynəlxalq əməkdaşlıq etmək üçün xidmətlərini təklif etmə hüququnu təyin edir.

Sonsuz Evren, Sonsuz Tanrı,

Sonsuz Evren, Sonsuz Tanrı, Evren, yıldızlar, galaksiler ve kozmik olayların engin genişliği insanlığı uzun süredir büyülemiştir. Evrenin boyutlarına dair anlayışımızın merkezinde, evrenin büyüklüğü sorusu yer almaktadır - sonsuz mu yoksa sonlu mu? Ben, evrenin sonsuzluğunu savunacağım, felsefi akıl yürütme, antik Yunan felsefesi, modern kozmoloji ve sonsuz evrenin tanrısal kavramları üzerindeki etkileri gibi konularda argümanlar sunacağım. Ayrıca, görüşlerimi genişletecek, modern filozofların görüşleriyle karşılaştırarak sonsuz evren kavramını kapsamlı bir şekilde analiz edeceğim. Sonsuzluğun Felsefi Temelleri Evrenin sonsuzluğuna olan inancım, onun sonlu olduğunu destekleyen deneysel kanıtın eksikliğine dayanmaktadır. Sonlu bir evreni savunanların sınırlarını ve kısıtlamalarını destekleyen ikna edici kanıtlar sunmaları gerekir. Böyle bir kanıt olmadan, sonsuz bir evren kavramı en mantıklı ve entelektüel olarak savunulabilir pozisyon olarak kalır. Bu bakış açısı, felsefi şüpheciliğin prensipleriyle uyumludur, bu da olağanüstü iddialar için yüksek bir kanıt standardı gerektirir. Epicurus ve Democritus gibi antik Yunan filozofları, sonsuzluğun fikrini yankılayan evrenin doğası hakkında bilgiler sunmuşlardır. Her iki filozof da atomlardan oluşan sonsuz bir evren önermişlerdir, bu da sınırları veya kenarları olmayan bir kozmosu ima etmektedir. Atomcu evren görüşleri, sınırsız bir evren kavramıyla uyumlu olarak, sınırsız ve kenarsız bir genişleme sunar. Modern kozmolojik teoriler, sonsuz bir evren kavramını destekler niteliktedir. Çok evrenli hipotez, birden çok evrenin varlığını önerir, her birinin kendi benzersiz özelliklerine sahip olduğu düşünülmektedir. Bu teori sonsuz bir evren dizisini ima eder. Çağdaş filozoflar, sonsuz evren kavramına farklı perspektiflerden yaklaşırlar. Örneğin, David Lewis, her birinin kendi fiziksel yasalarına ve özelliklerine sahip olabileceği çoklu olası dünyaların varlığını savunur. Bu görüş, çoklu evren hipoteziyle uyumludur ve sonsuz evrenin sonsuz bir dizisini önerir. Öte yandan, Thomas Nagel, soruyu daha metafizik bir bakış açısından ele alarak, insan anlayışının sınırlarını ve gerçekliğin doğasını sorgular. Nagel'in bilinç ve öznel deneyim doğası hakkında felsefi soruşturmaları, sonsuz evrenin karmaşıklıkları hakkında derinlemesine bir anlayış sunar. Bize göre, sonsuz evren kavramı, geleneksel teolojik sonsuz tanrı anlayışını sorgular, özellikle de bir transcendent, harici tanrının varlığını öne sürenleri. Sonsuz bir evrende, bir sonsuz tanrının kozmosun dışında var olabileceği fiziksel veya kavramsal bir alan bulunmamaktadır. Bu, bir sonsuz tanrının evreni yaratan ve yöneten bir varlık olarak anlaşılması ve tasvir edilmesi fikrini sorgular, çünkü bu, kozmosun kendi içinde ve kendi kendini düzenleyen bir sistem olarak işlediğini, doğal yasalara göre işlediğini öne sürer, ilahi müdahaleye ihtiyaç olmadan. Yaratan veya yöneten bir sonsuz tanrı anlayışı yalnızca evrenin sonlu olduğu durumda kabul edilebilir. Bu da yukarıda vurguladığımız gibi, ve bu iddia kadar kanıt gerektirmektedir. Bu kanıtın olmadığı surece, bizim tespitiniz geçerli sayılacaktır. Bizim anladığımız sonsuz evrende, zamandan ve mekandan öte olan bir sonsuz tanrıya hiç bir “zaman” kapsamında “yer” yoktur. Görüşümüzce, sonsuz evren kavramı, tarih boyunca filozofları derinden etkilemiş ve düşündürmüş olan ilginç ve zengin bir konudur. Antik Yunan filozoflarından modern kozmologlara ve filozoflara kadar, sonsuz evren fikri derin felsefi düşünceyi geliştirmiştir. Görüşlerimi çağdaş fizik bilim adamları ve filozoflarınkilerle karşılaştırarak, evrenin karmaşıklıklarını ve sonsuz olarak tanrı anlayışına yer/zaman kalmadığını anlamak mümkün olur. #OğuzTürk

Bir El Yaralar, Bir El Sarar,

Bir El Yaralar, Bir El Sarar, Bize göre ABD'nin küresel varlığı çocuklukta duyduğum efsanelerdeki “Yedi Başlı Ejderha"ya benziyor. Elbette bu bir metafordur ve çok yönlü ve güçlü doğasını ve davranışını özetler. Bu metafor, ABD imparatorluğun çok yönlü kimliğini gösterir; bir yandan savaşların finansmanına, rejim değişikliklerini desteklemeye ve soykırımcı politikalara bulaşmış olarak karakterize edilir. Bu imparatorluğun bu kolunun, çoğu kez insan hayatları, kültürler ve barış ve refah umutlarının yok edilmesine yol açan, karşı duruşu ezme ve bölgeleri ile halkları kontrol altında tutma amacıyla acımasız güç ve taktikler kullandığı gösterilir. Diğer yandan, ABD İmparatorluğu'nun başka bir yönü, çatışmalardan ve felaketlerden etkilenenlere yardım, gıda ve ilaç sağlama gibi insani çabalarını simgeleyen bir merhem sunmakla tasvir edilir. Bu insani görünüm genellikle imparatorluğun eylemlerini haklı çıkarmak ve dünyaya insancıl bir imaj sunmak için kullanılır. Ancak, biz, bu tasvirin ikiyüzlü olduğunu ve çoğu kez çözmeyi amaçladığı krizlerin neden olduğu veya şiddetlendirdiği imparatorluğun rolünü kabul etmediğini iddia ediyoruz. ABD İmparatorluğu'nun etkisi, ekonomik politikaları, dili ve kültürü aracılığıyla Doğu ve Batı'yı boyunduruk altına alan yaygın ve bozuk bir etki olarak tanımlanır. Bu etki genellikle pozucu ve zarar verici olarak görülür, kaynakların sömürülmesine ve yerel kültürlerin ve geleneklerin marjinalleştirilmesine yol açar. Biz, ABD İmparatorluğu'nun eylemlerinin temelde insancıl olmadığını ve yıkıcı olduğunu söylüyoruz. Askeri müdahaleleri aracılığıyla toprakları, insanları, yiyecekleri ve suyu zehirleyerek ve ardından geçici olarak sözde yardım, bu imparatorluğun bağımlılık ve acı çekme döngüsünü sürdürdüğünü görüyoruz. Bu yaklaşım, gerçek insancıllığın alaycısı olarak görülür, çünkü çözmeyi amaçladığı sorunların temel nedenlerini ele almaz, belki sorun yaratıp, veya var olan sorunları her zaman büyütmeye ve diri tutmağa yardımcı olur. Görüşümce, "Yedi Başlı Ejderha" metaforu, ABD İmparatorluğu'nun karmaşık ve çelişkili doğasını güçlü bir simge olarak sunar. Bu metafor, imparatorluğun bir eli ile yaralayıp başkasıyla merhem koyup, hem yıkıcı bir güç hem de sözde yardım sağlayıcısı olarak rolünü vurgular. Bize göre, bu durum ABD’de yaşayanları da kapsar. Onlar da belli bir seviyede bu insansızlaştırıcı siyasetlere maruz kalmışlardır. Ancak, başka milletlerin başına gelenler daha boyut ötesi bir faciadır. ABD imparatorluğu, yaygın insansızlaştırıcığı ile, insan tarihinin en yıkıcı felaketidir. #OğuzTürk

Tanınmışlık Etkeni, Bir Yanılsama;

Tanınmışlık Etkeni, Bir Yanılsama; #OğuzTürk Güney Azerbaycan Milli Hareketi’nde, başka nedenlerle, bazen İran devletçiliğinin içinden beslenmiş, tanınmış ve meşhur olan kimseler, İran rejimi ile her nedenle düşman veya rakip olan devletlerin finanslarıyla klasik ve sosyal medyada tanınmış ve meşhur olan kimseler ve genelde tanınmış, unlu ve meşhur olan, hatta Azerbaycanlı veya Türk olup olmadığından asılı olmayarak, sosyal ve siyaset alanlarında görüş sunup, gerçek üzerine otorite sağlamağa çalışanların doğrulukla, gerçeklikle veya milletin sorunlarını çozmek isteği gibi hiç bir ilgileri veya kaygıları yoktur. Çağdaş toplumda, ünlülerin kamuoyu ve davranışlar üzerindeki etkisi derindir. Politikadan sosyal konulara, ünlü bireyler genellikle kamu söylemini şekillendirmede önemli bir güce sahiptir ve toplumsal normları etkiler. Bu fenomen, ünlü bireylerin görüşlerine, uzmanlıklarına veya argümanlarının niteliğine bakılmaksızın insanların onlara daha fazla inanç ve değer atfetme eğilimini vurgular, buna ünlüler etkisine bağlı olarak oluşan bir yanılsama denir. Ünlülerle ilgili olan bu yanılsama, insanların mevcut inançlarını veya görüşlerini doğrulayan bilgiyi arama eğiliminde olmalarıdır. Ünlülerle ilgili olarak, insanlar önceden oluşturdukları fikirleri doğrulayan ve destekleyen görüşleri sadece tanıdık veya takdir edilen bir kaynaktan geldikleri için daha fazla benimser ve destekler. Ünlülerle ilgili olan bu yanılsama, genel olarak bir kişiye ilişkin genel izlenimimizin, o kişinin belirli özelliklerini nasıl algıladığımızı etkilemesi durumudur. Örneğin, bir ünlüyü fiziksel olarak çekici veya başarılı olarak algılarsak, zeki, nazik veya yetenekli olduklarını da varsayarız, bunun için elimizde bu varsayımları destekleyecek herhangi bir kanıt olmasa da. Bu halo etkisi, ünlülerin görüşlerine daha fazla değer vermemize neden olabilir, sadece onları diğer alanlarda takdir ettiğimiz veya saygı duyduğumuz için. Felsefi bakış açısından, ünlülerin etkisi, uzmanlık ve otoritenin doğası hakkında soruları gündeme getirir. Ünlüler, etkili oldukları alanlarda gerçekten uzman mıdır? Ünlülerin görüşlerinin sadece ünlü oldukları için daha fazla ağırlık taşıması gerekmekte midir? Bu sorular, epistemoloji ve etik gibi daha derin konulara dokunur, inançlarımızın kaynakları ve yargılarımızın temeli hakkında eleştirel olarak düşünmemizi gerektirir. Evrim açısından, tanınmış veya tanıdık birisinin görüşlerine daha fazla ağırlık verme eğiliminin, sosyal varlıklar olarak insan evrimimizin bir ürünü olarak anlaşılabilir. Atalarımız için, bir grup içinde olmak ve etkili bireylerin yolunu takip etmek hayatta kalmak için avantajlı olmuştur. Bu otoriteye boyun eğme veya başarılı veya yüksek statüde gördüğümüz kişileri takip etme eğilimi, bugün bile psikolojimizin derinlerine işlemiş olabilir. Görümüzce, tanınmışların ve ünlülerin etkisi, onay yanılsaması ve halo etkisi gibi bilişsel yanılsamalar tarafından beslenen ünlülerin politika ve sosyal konularda kamu algısını önemli ölçüde etkiler. Ünlüler önemli konularda farkındalık yaratmada ve savundukları önemli konularda etkin olmada olumlu bir rol oynayabilirler, ancak bireylerin ünlü bireylerin görüşlerini eleştirel olarak değerlendirmesi ve onları otomatik olarak doğru kabul etmemesi önemlidir. Bilişsel yanılsamaların etkisini fark ederek, daha bilinçli ve akılcı kararlar vermeyi ve uzmanlığın ve bilginin kamusal tartışmalarda değer görmesini sağlayabiliriz. Güney Azerbaycan Milli Hareketinde, her sosyal ve siyasal alandaki gibi, doğruluk, gerçeklik ve en önemli olan milli yararların anlatımı, bayağı bulanık algılarla yanılgıya uğramıştır. İnsan toplulukları her yerde ve her zaman böylesi bulanık ve yanılmış algı çevresinde yaşamıştır. Tanınmışlık etkeni insan beyninde daha derinlerde yer alır, ve ondan kurtulmak hemen hemen imkansızdır. Ancak tanınmışlık etkeninden uzak, daha rasyonel, daha akılş, mantık ve bilim üzerine sosyal ve siyasal davranışlar yönünde yola ısrarla devam etmeliyiz. #OğuzTürk

“Algılanan Bireysel Yarar”

“Algılanan Bireysel Yarar” #OğuzTürk İnsan ve hayvan davranışlarının temelinde yatan bir motivasyon, “algılanan bireysel yarar”dır. Bu kavram, bireylerin mevcut algıları, inançları ve hedeflerine dayanarak kendilerine fayda sağlayacağını düşündükleri şekilde hareket ettiklerini öne sürer. Bu, günlük kararlarımızdan daha karmaşık davranışlara kadar her şeyi etkiler. İnsan Davranışındaki Algılanan Bireysel Yarar: İnsanlar genellikle algılanan bireysel yarara dayalı olarak hareket ederler ve bu, bireylerin algılarına ve durumlarına bağlı olarak değişebilir. Örneğin, bireyler stresli durumlardan kaçmak veya acıyı hissetmemek için kendilerine zarar verebilirler ve bunu bir çözüm olarak algılarlar. Bu davranış, zararlı olmasına rağmen, bireyin o anki en iyi menfaatine neyin olduğu algısından kaynaklanır. Hayvan Davranışındaki Algılanan Bireysel Yarar: Hayvanlar da davranışlarını algılanan bireysel yarar açısından anlamak mümkündür. Ancak onların algı üretme prosesi daha içgüdüsel ve mekanikseldir. Örneğin, hayvanlar yiyecek, barınak ve eş arayışında, hayatta kalma ve üreme başarısını sağlama algılanan bir ihtiyaçtan kaynaklanır. Bu, evrimsel psikoloji kavramı ile uyumludur, ki bu da üreme başarısını artıran davranışların genetik olarak daha fazla geçirilme olasılığının daha yüksek olduğunu öne sürer. Benim algılanan bireysel yarar teorim, bilim insanları, nörologlar ve filozoflardan çeşitli bakış açılarıyla uyumludur. Evrimsel psikologlar, kısa vadeli zararlı gibi görünen davranışların, eğer üreme başarısını artırıyorsa uyumlu olabileceğini savunur. Nörobilim çalışmaları, beyin ödül sisteminin algılanan ödüllere dayalı olarak davranışı motive etmede önemli bir rol oynadığını destekler. Thomas Hobbes ve Ayn Rand gibi filozoflar, bireylerin doğal olarak kendi yararlarına göre hareket ettiğini savunmuşlardır. Benim teorim, bireylerin kendileriyle ilgili algılarına dayalı olarak hareket ettiklerini ve bu hareketlerin her zaman rasyonel veya objektif sonuçlara dayanmadığını, ancak bireysel algıya dayandığını vurgular. Altruizm ve Bağış: Benim bakış açım, altruizm ve bağış konusunda, özgecilikle algılanan bireysel yarar arasındaki karmaşık ilişkiyi vurgular. Bu davranışlar kendine fayda sağlama algısından da kaynaklanabilir. Örneğin, bireyler kendilerini iyi hissetmek veya itibarlarını artırmak için bağış yapabilirler, bu da bireysel yarar ve özgecilik arasındaki karmaşık etkileşimi vurgular. İntihar ve Kendine Zarar Verme: Kendine zarar verme veya intihar gibi davranışlar bile algılanan bireysel yarar açısından anlaşılabilir. Bireyler bu davranışlara, duygusal acı veya sıkıntıyla başa çıkmak için bir yol olarak, o anki durumlarından kaçma olarak algılayarak başvurabilirler. Bu eylemler, diğerleri için veya uzun vadede zararlı gibi görünse de, bireyin o anki en iyi menfaatine neyin olduğu algısıyla hareket edilir. Benim fikirlerim, insan ve hayvan davranışını yoğun bir şekilde inceleyen nörobiyolog ve davranış bilimcileri gibi bilim insanlarının çalışmalarıyla uyumludur. Sapolsky'nin stres ve davranış üzerine yaptığı çalışmalar, bireylerin kendilerine zarar verme gibi davranışlara stresle başa çıkmak için başvurabileceğini destekler, bu da davranışın şekillenmesinde algılanan bireysel yararın rolünü vurgular. Görüşümce, algılanan bireysel yararla davranışı anlamak önemli sonuçları vardır. Psikoloji ve nörobilim anlayışımızı şekillendirebilir, algı, motivasyon ve davranış arasındaki karmaşık etkileşimi vurgular. Ayrıca, bu bakış açısı sosyal politika üzerinde de etkili olabilir, toplumsal sorunları ele alırken temel algıları ve motivasyonları ele almanın önemini vurgular. Bana göre, algılanan bireysel yarar, çeşitli bağlamlarda insan ve hayvan davranışını şekillendiren güçlü bir motivatördür. Bu bakış açısı hemen hemen tüm davranışları açıklayabilir, ve algı, motivasyon ve davranış arasındaki karmaşık etkileşimi anlamanın kapsamlı bir çerçevesini sunarak insan ve hayvan davranışını anlamak için değerli bir bakış açısı sunar. #OğuzTürk

İnce Bir Perdenin Arkasında Gizlenen kişi (İnsan) Yabaniliği,

İnce Bir Perdenin Arkasında Gizlenen kişi (İnsan) Yabaniliği, #OğuzTürk İnsan davranışları, karmaşıklığı ve çelişkileriyle uzun süredir filozofları, bilim insanlarını ve bilginleri büyülemiştir. Bu ilginin merkezinde ise insan doğasıyla ilgili soru yatar: İçsel olarak ahlaki varlıklar mıyız, derin köklü bir ahlak duygusu tarafından mı yönlendiriliyoruz, yoksa ince bir medeniyet örtüsü altında temelde vahşi ve acımasız mıyız? Bu yazım, insan vahşiliğinin, zalimliğinin ve acımasızlığının, kırılgan bir medeniyet yüzeyi karşısında nasıl açığa çıktığını araştırmaktadır. İnsan vahşiliğinin köklerini anlamak için öncelikle sorumluluk kavramını incelememiz gerekmektedir. Toplumsal düzen içindeki insan davranışları, genellikle sonuçlardan korku, yani eylemlerinin hesap sorulacağından duyulan korku tarafından yönlendirilir. Sosyal ortamlarda, bireyler toplumsal normlara ve ahlaki kurallara uyarak doğuştan gelen bir iyilik duygusu değil, bu normlardan sapmanın istenmeyen sonuçlara yol açabileceği pragmatik bir anlayışla hareket ederler. Bu sorumluluk korkusu, ince bir medeniyet perdesinin temelini oluşturur. Tarih ve psikolojiden örnekler, hesap sorulabilir ve sorumluluk alınabilir durumlardaki insan davranışı arasındaki keskin kontrastı canlı bir şekilde göstermektedir. Türk milletine karşı Tarihi Çin ve ve Rus cinayetkarlıkları, Güney Azerbaycan Türklerine karşı her türlü Fars soykırımları, Amerika yerlilerine karşı Fransa, İspanya ve İngilizlerin büyük soykırımları ve onlar böyle ornekler arasında Ruanda soykırımı, hesap sorumluluğunun olmadığı durumlarda insanların ne kadar korkunç eylemlere muktedir olduğunun bir göstergesidir. Bu karanlık insanlık tarihinde meydana gelen sistematik zalimlik ve insanlıktan çıkarma, insanın derinliklerdeki kötülüğünü açıkça ortaya koymaktadır. Benzer şekilde, Irak'taki Amerikan askerlerinin davranışları, kameraların önünde naziklik sergilerken, hesap verme durumunda olmadıklarında insanlık dışı şiddet eylemleri gerçekleştirmeleri, insanın ahlaki yapısının kırılganlığını vurgular. Thomas Hobbes, Friedrich Nietzsche ve Jean-Paul Sartre gibi filozoflar, insan doğasıyla ilgili sorunlarla uğraşmışlar, insan davranışının ikiliğine ışık tutmuşlardır. Hobbes'un "doğa durumu" kavramı, yaşamın "iğrenç, vahşi ve kısır" olduğu yer olarak insan vahşiliğiyle ilişkilidir. Nietzsche'nin "güç istenci" üzerine yaptığı çalışmalar ve Sartre'ın özgürlük ve sorumluluk üzerine varoluşçuluk görüşleri, insan ahlakının ve davranışının karmaşıklığını daha da aydınlatmaktadır. Evrim açısından, Richard Dawkins ve Steven Pinker gibi bilim insanları, insan davranışının köklerini açığa çıkarmışlardır. Dawkins'in "bencil gen" hipotezi, insan davranışının temelde genlerini yayma arzusundan kaynaklandığını öne sürer, bu da hesap sorulabilir olmayan durumlarda vahşilik olarak ortaya çıkabilir. Pinker'ın zamanla şiddetin azalması üzerine yaptığı çalışmalar, toplumsal ve kültürel faktörlerin insan vahşiliğini sınırladığını göstermektedir, bu da medeniyetin zayıf olduğunu ve ahlaki bir gerçeği maskelediğini vurgular. Tarih, özellikle savaş ve çatışma zamanlarında insan davranışının daha karanlık yönleriyle doludur. Ruanda soykırımı, Alman askerlerinin Yahudilere ve başka azınlıklara karşı işlediği vahşetler, Ermeni terörcuların Azerbaycan'daki cinayetleri ve Japon askerlerinin Kore ve Çin'deki davranışları gibi bahsettiğiniz örnekler, insanların ne kadar acımasız olabileceğinin çarpıcı hatırlatıcılarıdır. Bu örnekler, bireylerin hesap verilemezlik algısıyla karşı karşıya kaldıklarında, aşırı zalimlik ve şiddet eylemlerine girebileceklerini desteklemektedir. Bu tarihsel olaylar, sonuçların olmamasının nasıl korkunç eylemlere yol açabileceğinin gerçek dünya kanıtları olarak hizmet etmektedir. Bu tarihsel örnekleri inceleyerek, savaş ve algılanan cezasızlık karşısında medeniyetin ince verniğinin nasıl hızla aşındığını görebiliriz. Bu örnekler, sosyal düzenin korunmasında ve böyle vahşetleri önlemede sorumluluğun önemini vurgular. Görüşümüzce, ince bir medeniyet perdesinin altında yatan insan vahşiliği, insan doğası hakkındaki anlayışımız için derin bir düşünce konusu olmaya devam etmektedir. Tarihten, psikolojiden ve felsefeden örnekler incelenerek, insan davranışının karmaşıklıkları ve medeniyetle vahşilik arasındaki kırılgan denge daha iyi anlaşılabilir. Sorumluluğun korku faktörünün insan davranışını düzenlemede kritik bir rol oynadığı açıktır, bu da ahlaki dokumuzun ne kadar kırılgan olduğunu gösterir. Bu yazı, insan vahşiliğini, zalimliğini ve acımasızlığını, kırılgan bir medeniyet perdesi karşısında nasıl açığa çıkardığını keşfetmeye çalıştı. Tarihten, psikolojiden ve felsefeden verdiği örneklerle insan doğasının karmaşıklıklarını açığa çıkarmaya çalıştı. Bu temel sorularla boğuşmaya devam ederken, bir şey açıkça bellidir: insanlık durumu, ince bir medeniyet perdesinin altında, daha karanlık, daha özsel bir gerçekliği maskelediği bir dokudur. #OğuzTürk

İçe Dönük Katılık,

İçe Dönük Katılık, #OğuzTürk İnsan davranışı, evrimsel uyumlar ve kültürel etkileşimlerin karmaşık bir etkileşimidir. İçe dönük katılık olarak adlandırılan bu kavram, insan doğasının içsel olarak şiddet eğilimli olduğunu ve bu eğilimin, bireyin kendisine, sevdiklerine veya toplumdaki savunmasız bireylere yönlendirildiğini öne sürer. Bu kavram, kökenini evrimsel psikolojiden alır ve insan doğasının hem şiddet içeren hem de fedakarlık içeren paradoksal yapısını aydınlatır. İçe dönük katılığı anlamak için, bu şiddetin evrimsel kökenlerine bakmak önemlidir. İnsan evrimi sürecinde, şiddet kaynakları güvence altına almak ve üreme başarısını sağlamak için hayati bir rol oynamıştır. Atalarımızın yaşadığı zorlu ortamlarda, şiddet genellikle hayatta kalmanın bir yolu olarak görülüyordu. Ancak insanlar karmaşık topluluklar oluşturmaya başladıkça, şiddetin dışa vurumu giderek sosyal normlar ve yapılar tarafından sınırlanmaya başladı. Günümüz toplumunda, dışa dönük şiddet üzerindeki kısıtlamalar, içe dönük katılığın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu fenomen, kendine zarar verme, aile içi şiddet ve toplumun savunmasız üyelerine zarar verme gibi çeşitli biçimlerde kendini gösterebilir. İçe dönük katılık genellikle bireylerin dışa vuramadığı biriktirilmiş saldırganlık sonucu ortaya çıkar, bu da hem bireyin hem de çevresindekilerin zarar gördüğü yıkıcı davranışlara yol açar. Dini gelenekler genellikle içe dönük katılığı, özellikle de şehitlik ve askeziyet biçiminde yüceltir. Birçok dini uygulama, manevi aydınlanmayı elde etmenin veya daha yüksek bir gücü memnun etmenin bir yolu olarak acı ve sıkıntıya dayanmayı içerir. Bu acıyı yüceltme, acının bir takas aracı olduğu fikrini güçlendirir. Friedrich Nietzsche, geleneksel ahlakı eleştiren bir filozoftur ve özellikle dini bağlamlarda içe dönük katılık konusunda değerli görüşler sunar. Nietzsche, geleneksel dini değerlerin, alçakgönüllülük ve fedakarlık gibi, aslında gizli bir şiddet biçimi olduğunu iddia etti. Bu fenomeni "köle ahlakı" olarak tanımlayarak, güç ve kudretin değerlendirildiği antik toplumlardaki "usta ahlakı" ile karşılaştırdı. Antropolojik ve psikolojik çalışmalar, insan davranışının hem biyolojik hem de kültürel faktörlerden derin etkilendiğini desteklemektedir. Antropolog Richard Wrangham'ın "kendini evcilleştirme" kavramı, insanların birbirlerine karşı daha az saldırgan ancak kendilerine karşı daha saldırgan olmaya evrildiğini öne sürer, bu da içe dönük katılık kavramıyla uyumludur. Sigmund Freud ve Melanie Klein gibi psikologlar, insan davranışındaki saldırganlık ve ölüm dürtüsünün rolünü inceleyerek, içe dönük katılığın arkasındaki bilinçdışı motivasyonlar hakkında bilgi verir. İçe dönük katılık üzerine çeşitli bakış açılarını karşılaştırmak, insan doğasının karmaşık bir resmini ortaya koymaktadır. Evrimsel psikoloji, şiddetin insan evrimindeki adaptif önemini vurgularken, kültürel ve dini faktörler bu şiddetin modern toplumda nasıl ifade edildiğini şekillendirmede önemli bir rol oynamaktadır. Nietzsche'nin geleneksel ahlak eleştirisi, tartışmamıza felsefi bir boyut kazandırırken, bizi şiddet ve bu şiddetin tezahürleri konusundaki anlayışımızı yeniden gözden geçirmeye çağırır. Görüşümüzce, içe dönük katılık kavramı, insan davranışının karmaşıklığını incelemek için etkileyici bir bakış açısı sunar. İnsan şiddetinin evrimsel kökenlerini ve modern toplumda nasıl tezahür ettiğini tanıyarak, insan davranışını yönlendiren mekanizmaları daha iyi anlayabiliriz. İleri araştırmalar ve disiplinler arası işbirliği, insan doğasının karmaşıklıklarını çözümlemek ve bunların toplum için ne anlama geldiğini anlamak için hayati öneme sahiptir. #OğuzTürk

İranda Qorxu Kültürü və Statistikanın Doğruluğu,

İranda Qorxu Kültürü və Statistikanın Doğruluğu, #OğuzTürk Cəmiyyətdə məlumat və statistikanın dəqiqliyi vətəndaşların sahib olduğu azadlıq səviyyəsindən çox asılıdır. İranda olduğu kimi, yüksək təzyiq olan ölkələrdə doğru məlumatın toplanması və etibarlı statistikanın yaradılması çox çətindir. Bu məqalə, İranda qorxu və təzyiq mədəniyyətinin məlumatın və statistikanın dəqiqliyinə necə təsir etdiyini izah edir, İranı sərt fars-şiə apartheid rejiminin nümunəsi kimi təqdim edir. İran fərdi azadlıqlar, dini azadlıqlar və qeyri-fars etnik qrupların hüquqlarının geniş şəkildə təzyiq altına alınması ilə tanınır. İranda təxminən bir əsrdir ki, Fars rejimi Cənubi Azərbaycan və digər qeyri-fars əraziləri işqal edir. Rejim siyasi, sosial və mədəni fəaliyyətlər də daxil olmaqla həyatın bütün sahələrinə ciddi nəzarət edir. Qaşqay türkləri, Azərbaycan türkləri, kürdlər, bəluçlar, türkmənlər və ərəblər kimi qeyri-fars kimliklərinə malik şəxslər dil, mədəniyyət və siyasi hüquqlarına məhdudiyyətlər də daxil olmaqla sistematik ayrı-seçkilik və təzyiqlə üzləşirlər. İranda qeyri-fars etnik qruplar ciddi təzyiqlərlə üzləşirlər, xüsusilə də öz dillərində təhsil almaq hüququnun inkar edilməsi ilə. İran rejimi bu dillərin məktəblərdə istifadə edilməsinə məhdudiyyətlər qoyur, bir çox qeyri-fars uşaqlarının öyrənməyə və fars dilində təhsil almağa məcbur edir – bu dil onlara tanış olmayan və işğalçının dilidir. Ədalətə çatmaq məsələsi də İranda qeyri-fars etnik qruplar üçün böyük problemdir. İran məhkəmə sistemi çox vaxt azlıqlara qarşı qərəzlidir, ədalətsiz məhkəmələr, əsassız həbslər və hüquqi prosesdə ayrı-seçkiliklə bağlı çoxsaylı məlumatlar mövcuddur. Qeyri-farslar və qeyri-şiələr hüquqi təmsilçilik əldə etməkdə böyük çətinliklərlə üzləşirlər və fars-şiə həmkarları ilə müqayisədə daha ağır cəzalarla üzləşirlər. Bundan əlavə, İran rejimi Cənubi Azərbaycan, Əl Əhvaz, Bəlucistan və digər bölgələrin təbii sərvətlərini bu icmalara olan ekoloji təsirini nəzərə almadan talan etməkdə ittiham olunur. Qeyri-farslar təbii sərvətlərinin necə istifadə ediləcəyinə dair az təsir göstərirlər, bu da ətraf mühitin deqradasiyası və bu bölgələrdə bir çoxlarının dolanışıq itkisiylə nəticələnir. İranda qorxu kültürü və təzyiq mədəniyyəti məlumatın və statistikanın dəqiqliyini ciddi şəkildə pozur. Vətəndaşlar öz həqiqi inanclarını və fikirlərini ifadə etməkdə ümumiyyətlə çəkinirlər, xüsusən də siyasət, din və etnik mənsubiyyət kimi həssas mövzularda, hakimiyyət orqanlarından qisas alma qorxusundan dolayı. Bu məlumat toplama prosesinə olan ümumi etimadsızlıq İranda toplanan məlumatların etibarlılığını zəiflədir. Nəticədə, İrandakı etnik təzyiq, sosial, dini və ya siyasi baxışlar və sosial münasibətlərlə bağlı məlumatlar diqqətlə şərh edilməlidir, çünki bu, əhalinin həqiqi duyğularını dəqiq əks etdirmir. İranın təzyiqi, xüsusən də işğal altındakı Cənubi Azərbaycanda və onun əhalisi arasında, məlumatın sərbəst axınına maneə törədən və rejim və ya digər qurumlar tərəfindən toplanan statistikanın dəqiqliyini təhrif edən qorxu mühiti yaradır. Cənubi Azərbaycanın müstəqilliyi və demokratik hökumətin qurulması yalnız etibarlı statistikalar təmin edərək siyasi baxışlar, dini mənsubiyyət və digər mühüm məlumatlar haqqında etibarlı və şəffaf məlumatlar təqdim edəcək. Mənim fikrimcə, İran cəmiyyətdə məlumatın və statistikanın dəqiqliyinə təzyiqin necə təsir edə biləcəyinə dair açıq bir nümunədir. İranda qeyri-fars və qeyri-şiə kimliklərinə malik şəxslər, Bəhai'lər, müxtəlif dini qruplar, qadınlar, ateistlər, inanclılar, sünnilər və İslamın, xristianlığın, yəhudiliyin və digər dinlərin müxtəlif məzhəblərini hədəf alan çoxölçülü və çoxqatlı təzyiq, fikir və fikirlərin sərbəst ifadəsinə mane olan bir qorxu mühiti yaradır. Təzyiqin məlumat və statistikalar üzərindəki təsirini anlamaq, İran kimi ölkələrdən gələn məlumatların şərhi üçün və təzyiqçi mühitlərdə toplanan məlumatların məhdudiyyətlərini tanımaq üçün vacibdir. #OğuzTürk

İran’da Seçim Manipülasyonu ve Güney Azerbaycan،

İran’da Seçim Manipülasyonu ve Güney Azerbaycan، #OğuzTürk Neredeyse bir asırdır, Güney Azerbaycan İran işgali altında kalmış ve Türk kimliğini silme çabalarına maruz kalmıştır. Bu yazıda , tarihsel bağlamı, Azerbaycan ve Türklük kimliğini ortadan kaldırma politikalarının etkilerini ve İran'daki siyasal dinamikleri, baskı aracı olarak seçimleri ve bu durumun Güney Azerbaycan bağımsızlık hareketi üzerindeki etkilerini incelemeğe çalışacağım. İran’ın Güney Azerbaycan’ı işgali, bölge için önemli bir egemenlik ve kimlik kaybına neden olmuştur. Son yüz yıl boyunca, İran hükümeti Azerbaycansızlaştırma ve Türksüzleştirme politikalar izlemiş, özellikle son 45 yılda sözde İslam hükümeti altında bu politikaları yoğunlaştırmıştır. Bu politikalar, kültürel soykırım ve çevresel yıkıma yol açmış, Urmiye Gölü'nün yok edilmesi gibi olaylarla tarım yapılamaz hale gelen topraklar, Güney Azerbaycan halkının doğal kaynakları ve mirasından mahrum bırakılmasına sebep olmuştur. İran İslam Cumhuriyeti, kendini cumhuriyet olarak sunan bir otoriter teokrasi olarak çalışmaktadır. Bu seçimler, rejimi meşrulaştırmak için tasarlanmış olup, gerçek siyasal değişimi sağlamaktan uzaktır. Yüce dini lider Hamenei ve ekibi tüm önemli kararları almakta, seçim sürecini anlamsız hale getirmektedir. Tarihsel olarak, halk tarafından seçildiği iddia edilen on üç cumhurbaşkanının tamamı görevden alınmış, öldürülmüş veya kaçmıştır, yalnızca yüce dini lider Hamenei hariç. Bu durum, İran demokrasisinin yüzeysel doğasını vurgulamakta, devletin kontrolü elinde tutmak için sahte bir ikilik yaratmaktadır. Helikopter kazasında İran cumhurbaşkanının ölümünün ardından yapılan son seçim, rejimin manipülatif taktiklerinin bir örneğidir. Hükümet, özellikle Türk ve Fars grupları arasındaki etnik gerilimleri istismar eden yeni bir ikilik düzenledi. Güney Azerbaycanlılara karşı işlediği suçlarla bilinen ve yüce lidere olan sarsılmaz desteğiyle tanınan Pezeshkiyan, Türk insan haklarını savunan bir aday olarak sunuldu. Bu stratejik hamle, Güney Azerbaycan söylemini çalarak ve ele geçirerek bağımsızlık hareketini daha da bölmeyi amaçlıyordu. Pezeshkiyan’ın adaylığı, Güney Azerbaycanlılar arasında, onu desteklemenin Fars merkezli rejim altındaki baskılarını azaltabileceğine dair sahte bir umut yarattı. Ancak, yüce lider tarafından kukla cumhurbaşkanı olarak atanması, rejimin gerçek niyetini ortaya koymaktadır: baskıcı politikalarını sürdürürken meşruiyet kazanmak. Bu seçim, zaten kırılgan olan Güney Azerbaycan bağımsızlık hareketini daha da parçalamış, ideoloji ve asimilasyon temelli bölünmeleri daha da artmıştır. Güney Azerbaycan bağımsızlık hareketi, tarihsel olarak Azerbaycan Cumhuriyeti ve Türkiye'den hiç desteklenmemesi, ve liderlerinin sistematik olarak ortadan kaldırılması veya asimile edilmesi gibi büyük zorluklarla karşı karşıya kalmıştır. Son seçim, bu zorlukları daha da artırmış, İran devleti Güney Azerbaycanlı aktivistlerin söylemlerini ve sloganlarını ele geçirerek iç bölünmeler yaratmıştır. Hareket, şimdi çeşitli hatlar boyunca bölünmüş olup, İran rejimine karşı birleşik bir cephe sunma yeteneğini yitirmiştir. Bizim görüşümüzce, Güney Azerbaycan bağımsızlık mücadelesi, halkının sistematik baskı ve kültürel soykırıma karşı direncini simgelemektedir. İran rejiminin seçim manipülasyonu ve otoriter kontrolü, bağımsızlık hareketinin karşılaştığı büyük zorlukları vurgulamaktadır. Bu zorlukların üstesinden gelmek, egemenlik ve kendi kaderini tayin etme hedefine odaklanan birleşik ve sağlam bir direniş gerektirmektedir. İran’da geçirilen sözde seçim, Güney Azerbaycan’ın Savucbulağında (Mahabad) doğmuş olan Pezeshkiyan’ın İran cumhurbaşkanı olması, Güney Azerbaycan Bağımsızlık Hareketına büyük zarar vermiştir ve gelecekte de verecektir. #OğuzTürk

سیرک انتخاباتی در ایران و گونئی آزربایجان

سیرک انتخاباتی در ایران و گونئی آزربایجان #اغوزتورک تقریباً یک قرن است که گونئی آذربایجان تحت اشغال ایران بوده و تلاش‌هایی زیادی برای پاک کردن هویت ترکی آن صورت گرفته است. در این نوشته، به بررسی زمینه تاریخی، تأثیرات سیاست‌های حذف هویت آذربایجانی و ترکی، و دینامیک‌های سیاسی در ایران، استفاده از انتخابات به عنوان ابزار نیرنگ و فشار و تأثیر آن بر حرکت استقلال گونئی آذربایجان خواهیم پرداخت. اشغال گونئی آذربایجان توسط ایران باعث از دست رفتن حاکمیت ملی تورک و هویت آزربایجانی منطقه شده است. در طول صد سال گذشته، حکومت ایران سیاست‌های آذربایجان‌زدایی و ترک‌زدایی را دنبال کرده و به ویژه در ۴۵ سال اخیر تحت حکومت به اصطلاح اسلامی، این سیاست‌ها را تشدید کرده است. این سیاست‌ها منجر به نسل‌کشی فرهنگی و تخریب محیط زیست شده و با وقایعی مانند از بین رفتن دریاچه ارومیه، زمین‌های کشاورزی غیرقابل استفاده شده و مردم گونئی آذربایجان از منابع طبیعی و میراث خود محروم شده‌اند. جمهوری اسلامی ایران به عنوان یک حکومت استبدادی تئوکراتیک عمل می‌کند ولی خود را به عنوان یک جمهوری معرفی می‌کند. این انتخابات ها هم برای مشروعیت بخشیدن به رژیم طراحی شده‌اند و از ایجاد تغییرات واقعی سیاسی فاصله دارند. رهبر معظم و ولایت مطلقه فقیه خامنه‌ای و بیت او تمام تصمیمات مهم را می‌گیرند و فرآیند انتخابات را بی‌معنا می‌کنند. به طور تاریخی، همه سیزده رئیس‌جمهورهای قبلی، یا از سمت خود برکنار شده‌اند، یا کشته شده‌اند یا فرار کرده‌اند، به جز رهبر معظم خامنه‌ای. این وضعیت، سطحی بودن دموکراسی ایران-فارس را برجسته می‌کند. شگرد دولت ایران که برای کنترل و حفظ وضع موجود ایجاد یک دوقطبی دروغین مانند اصلاح طلب و اصولگرا هست. انتخابات اخیر پس از مرگ رئیس‌جمهور ایران در حادثه سقوط هلیکوپتر، نمونه‌ای از تاکتیک‌ ایجاد جو دو قطبی دروغین رژیم است. دولت یک دوقطبی جدید ایجاد کرد که تنش‌های قومی بین گروه‌های ترکی و فارسی را به ویژه استفاده می‌کرد. پزشکیان که به خاطر جنایات علیه گونئی آذربایجانی‌ها و سایر ملل و حمایت غیرقابل تزلزل از رهبر معظم معروف بود، به عنوان یک نامزد مدافع حقوق تورک ها معرفی شد. این حرکت استراتژیک با هدف دزدیدن و تصرف گفتمان گونئی آذربایجان و تضعیف بیشتر حرکت استقلال آن بود. نامزدی پزشکیان، امیدی دروغین و واهی را در بین گونئی آزربایجانی‌ها ایجاد کرد که حمایت از او می‌تواند فشارها را تحت رژیم مرکزی فارسی کاهش دهد. با این حال، انتصاب-انتخاب او به عنوان رئیس‌جمهور توسط رهبر معظم، نیت واقعی رژیم را آشکار می‌کند: کسب مشروعیت در حالی که سیاست‌های سرکوبگرانه خود را ادامه می‌دهد. این انتخابات، حرکت استقلال گونئی آزربایجان که از قبل هم شکننده بود، بیشتر تضعیف و تقسیم کرده و جدایی‌های ایدئولوژیکی و آسیمیله سازی را تشدید کرده است. حرکت استقلال گونئی آزربایجان، به طور تاریخی با چالش‌های بزرگی مانند عدم حمایت از جمهوری آذربایجان ، ترکیه و سایر کشورها، و نابودی یا آسیمیله سازی سیستماتیک رهبران آن مواجه بوده است. انتخابات اخیر، این چالش‌ها را بیشتر کرده و دولت ایران با دزدی و تصرف گفتمان و شعارهای فعالان گونئی آزربایجان، اختلافات داخلی ایجاد کرده است. این حرکت اکنون در طول خطوط مختلف تقسیم شده و توانایی ارائه یک جبهه متحد علیه رژیم ایران را از دست داده است. به نظر ما، مبارزه استقلال گونئی آزربایجان، مقاومت مردم آن در برابر سرکوب سیستماتیک و نسل‌کشی فرهنگی را نمایان می‌سازد. دستکاری انتخابات و کنترل استبدادی رژیم ایران، چالش‌های بزرگی را که حرکت استقلال با آن‌ها مواجه است، برجسته می‌کند. غلبه بر این چالش‌ها، نیازمند مقاومت متحد و قوی‌ای است که بر هدف حاکمیت و تعیین سرنوشت متمرکز باشد. در انتخاباتی که در ایران برگزار شد، با رئیس جمهور شدن پزشکیان که در ساوجبلاغ (مهاباد) گونئی آزربایجان به دنیا آمده، به حرکت استقلال گونئی آزربایجان ضربه بزرگی وارد شد و در آینده نیز ضربه های بیشتری وارد خواهد کرد. #اغوزتورک

“Milli Hafize”

“Milli Hafize” #OğuzTürk Bir ulusun kimliğinin temelinde, ortak bellek, dayanıklılık ve sürekliliğin inşa edildiği köşe taşıdır. Ortak bellek, bir ulusu bir arada tutan paylaşılan deneyimleri, tarihsel anlatıları ve kültürel gelenekleri kapsar. Bu kısa yazıda ortak belleğin vazgeçilmez doğasını araştırarak, onun zorlukların üstesinden gelme ve ulusun geleceğini şekillendirmedeki hayati rolünü vurgulamaya çalışacağım. Kuşaklar arası bilgi aktarımını ve halk ile önderler arasındaki bağlantıyı inceleyerek, ortak belleğin ulusal istikrar ve kimlik için neden gerekli olduğunu daha derin bir felsefi ve akademik bakış açısıyla ele alacağım. Ortak Belleği Anlamak Ortak bellek kavramı, toplumbilimci Maurice Halbwachs tarafından tanıtılmış ve bireysel belleklerin sosyal gruplar aracılığıyla şekillendiği vurgulanmıştır. Halbwachs’a göre, bellek sadece bireysel anıların toplamı değildir; toplumsal etkileşimler ve paylaşılan deneyimlerle dokunmuş bir sosyal çerçevedir. Bu perspektiften bakıldığında, ortak bellek, bir ulusun bireylerine aidiyet ve süreklilik duygusu sağlayan bir sosyal yapı olarak görülmelidir. Kısa Vadeli Belleğin Önemi Ulusal yaşamın kısa vadeli belleğinde, son olaylar ve mevcut zorluklar için bir depo olarak hizmet eder. Ulusların ortaya çıkan krizlere hızlı ve kararlı bir şekilde yanıt vermesini sağlar ve son deneyimlerden yararlanarak politika, yönetim ve kamu söylemini bilgilendirir. Örneğin, doğal afetler, ekonomik gerilemeler veya siyasi karışıklıkların yönetimi, yakın geçmişte öğrenilen dersler ve alınan önlemlerden yararlanır. Bu uyum yeteneği, bir ulusun hayatta kalması ve istikrarı için hayati önem taşır. Orta Vadeli Belleğin Rolü Orta vadeli bellek, kısa vadeli olayların ötesine geçerek, bir ulusun tarihindeki eğilimler, gelişmeler ve dönüştürücü dönemlerin ortak hatırlanmasını kapsar. Benedict Anderson'ın "hayali cemaatler" kavramı, bu paylaşılan belleklerin ve anlatıların ulusal kimliğin inşasına nasıl katkıda bulunduğunu anlamamıza yardımcı olur. Orta vadeli bellek, toplumların daha uzun vadeli zorlukları, gelişen koşulları ayrıntılı bir anlayışla ele almalarını sağlar. Ekonomik reformlar, sosyal hareketler ve jeopolitik değişimler, orta vadeli belleğe göre değerlendirilir ve toplumsal ilerlemeyi ve istikrarı şekillendiren kararları yönlendirir. Uzun Vadeli Bellek: Kimliği ve Dersleri Koruma Ulusal dayanıklılığın özünde, kuşaklar boyunca temel anlatıları, kültürel mirası ve kalıcı değerleri koruyan uzun vadeli bellek yatar. Pierre Nora'nın "bellek yerleri" (lieux de mémoire) fikri, fiziksel ve simgesel yerlerin bu kalıcı belleklerin çapa noktaları olarak nasıl hizmet ettiğini ve ulusal kimlikleri güçlendirdiğini gösterir. Uzun vadeli bellek, ulusal kimlik oluşumuna rehberlik eder ve tarihsel sürekliliğe dayalı bir aidiyet duygusu geliştirir. Savaşlardan, devrimlerden, ulus inşa çabalarından ve toplumsal dönüşümlerden alınan dersler, uzun vadeli belleğe yerleşir ve gelecekteki kuşaklara bilgelik ve uyarı hikayeleri sunar. Önderler ve Halk Arasındaki Bağlantı Ortak belleğin korunması ve aktarılması için kritik olan, bilgi sahibi önderler ile genel halk arasındaki bağlantıdır. Jürgen Habermas'ın kamu alanı kavramı, bu bağlantıyı sürdürmekte kapsayıcı diyalog ve söylemin önemini vurgular. Bilgi sahipleri, akademisyenler ve kültürel liderler, ulusal anlatıları yorumlama ve ifade etmede önemli bir rol oynar, bu anlatıların çeşitli toplumsal gruplar için erişilebilir ve anlamlı olmasını sağlar. Önderler ve halk arasındaki bütünleşik ilişki, ortak belleği güçlendirir, güven, katılım ve ulusal mirasın paylaşılan sahipliğini teşvik eder. Zorluklar ve Dayanıklılık Ancak, ortak belleğe yönelik zorluklar, tarihsel değişim, toplumsal parçalanma ve iletişim ve bellek koruma biçimlerini değiştiren hızlı teknolojik gelişmeler dahil olmak üzere devam etmektedir. Eric Hobsbawm'ın "icat edilmiş gelenekler" fikri, ortak belleği çarpıtabilecek sahte anlatıların tehlikeleri konusunda bizi uyarır. Belleğin sürekliliğindeki kesintiler, toplumsal dayanıklılığı zayıflatabilir ve ulusları kimlik krizlerine ve tarihsel amneziye karşı savunmasız bırakabilir. Gelecek Kuşaklar İçin Ortak Belleği Beslemek Görüşürüzce, ortak bellek sadece geriye dönük bir mercek değil, uluslar için bilgi, kimlik ve dayanıklılık açısından ileriye bakan bir rezervuardır. Halbwachs, Anderson, Nora, Habermas ve Hobsbawm gibi düşünürlerin görüşleri, ortak belleğin bir ulusun kimliği ve dayanıklılığı üzerindeki hayati rolünü vurgulamaktadır. Kısa vadeli, orta vadeli ve uzun vadeli belleği besleyerek, toplumlar belirsizliklerle yüzleşmek, kültürel bütünlüğü korumak ve sürdürülebilir bir rota çizmek için gereken araçları edinirler. Ortak belleğin koruyucuları olarak, onun bütünlüğünü koruma sorumluluğunu taşıyoruz, böylece gelecekteki kuşaklar zengin bir deneyim, içgörü ve umut mozaiğini miras alır. #OğuzTürk

"حافظه ملی"

"حافظه ملی" #اوغوزتورک اساس هویت یک ملت بر حافظه مشترک، استقامت و پایداری بنا شده است. حافظه مشترک شامل تجربیات، روایت‌های تاریخی و سنت‌های فرهنگی مشترک است که یک ملت را در کنار هم نگه می‌دارد. در این مقاله کوتاه، به بررسی طبیعت ضروری حافظه مشترک پرداخته و نقش حیاتی آن در غلبه بر چالش‌ها و شکل‌دادن به آینده ملت را تاکید خواهم کرد. با بررسی انتقال دانش بین نسل‌ها و ارتباط بین مردم و رهبران، از دیدگاه فلسفی و آکادمیک به اهمیت حافظه مشترک برای ثبات ملی و هویت پرداخته می‌شود. درک حافظه مشترک مفهوم حافظه مشترک توسط جامعه‌شناس موریس هالبواکس معرفی شد و تاکید کرد که حافظه‌های فردی از طریق گروه‌های اجتماعی شکل می‌گیرند. به نظر هالبواکس، حافظه تنها مجموع خاطرات فردی نیست؛ بلکه چارچوب اجتماعی‌ای است که از تعاملات اجتماعی و تجربیات مشترک بافته شده است. از این دیدگاه، حافظه مشترک باید به عنوان ساختار اجتماعی‌ای که به افراد یک ملت احساس تعلق و پایداری می‌بخشد، در نظر گرفته شود. اهمیت حافظه کوتاه‌مدت حافظه کوتاه‌مدت در زندگی ملی به عنوان یک مخزن برای رویدادهای اخیر و چالش‌های موجود عمل می‌کند. این حافظه به ملت‌ها امکان می‌دهد تا به بحران‌های نوظهور به سرعت و قاطعانه پاسخ دهند و از تجربیات اخیر برای اطلاع‌رسانی سیاست‌ها، مدیریت و گفتمان عمومی استفاده کنند. به عنوان مثال، مدیریت بلایای طبیعی، رکود اقتصادی یا ناآرامی‌های سیاسی از درس‌های آموخته شده و اقداماتی که در گذشته نزدیک انجام شده است، بهره‌مند می‌شود. این توانایی انطباق، برای بقای یک ملت و پایداری آن حیاتی است. نقش حافظه میان‌مدت حافظه میان‌مدت فراتر از رویدادهای کوتاه‌مدت رفته و شامل یادآوری مشترک از روندها، تحولات و دوره‌های تحول‌آفرین در تاریخ یک ملت است. مفهوم "اجتماعات خیالی" بندیکت اندرسون به ما کمک می‌کند تا بفهمیم این حافظه‌های مشترک و روایت‌ها چگونه به ساخت هویت ملی کمک می‌کنند. حافظه میان‌مدت به جوامع امکان می‌دهد تا چالش‌های بلندمدت را با درک دقیق از شرایط در حال تحول مورد بررسی قرار دهند. اصلاحات اقتصادی، جنبش‌های اجتماعی و تغییرات ژئوپلیتیک بر اساس حافظه میان‌مدت ارزیابی می‌شوند و تصمیماتی که پیشرفت و پایداری اجتماعی را شکل می‌دهند را هدایت می‌کنند. حافظه بلندمدت: حفظ هویت و درس‌ها در هسته استقامت ملی، حافظه بلندمدتی قرار دارد که روایت‌های اصلی، میراث فرهنگی و ارزش‌های پایدار را در طول نسل‌ها حفظ می‌کند. ایده "مکان‌های حافظه" پیر نورا نشان می‌دهد که مکان‌های فیزیکی و نمادین چگونه به عنوان نقاط لنگر این حافظه‌های پایدار خدمت می‌کنند و هویت‌های ملی را تقویت می‌کنند. حافظه بلندمدت به شکل‌گیری هویت ملی هدایت می‌کند و احساس تعلق بر اساس تداوم تاریخی را پرورش می‌دهد. درس‌های آموخته شده از جنگ‌ها، انقلاب‌ها، تلاش‌های ملت‌سازی و تحولات اجتماعی در حافظه بلندمدت جای می‌گیرند و حکمت و داستان‌های هشداردهنده‌ای برای نسل‌های آینده ارائه می‌دهند. ارتباط بین رهبران و مردم برای حفظ و انتقال حافظه مشترک، ارتباط بین رهبران آگاه و مردم عامه ضروری است. مفهوم فضای عمومی یورگن هابرماس بر اهمیت گفتگو و گفتمان فراگیر در حفظ این ارتباط تاکید می‌کند. دانشمندان، روشنفکران و رهبران فرهنگی نقش مهمی در تفسیر و بیان روایت‌های ملی ایفا می‌کنند و اطمینان می‌دهند که این روایت‌ها برای گروه‌های اجتماعی مختلف قابل دسترسی و معنادار هستند. ارتباط یکپارچه بین رهبران و مردم، حافظه مشترک را تقویت می‌کند، اعتماد، مشارکت و مالکیت مشترک بر میراث ملی را ترویج می‌دهد. چالش‌ها و استقامت اما چالش‌هایی برای حافظه مشترک وجود دارد که شامل تغییرات تاریخی، شکاف‌های اجتماعی و تحولات سریع تکنولوژیکی که روش‌های ارتباط و حفظ حافظه را تغییر می‌دهند، است. ایده "سنت‌های اختراع‌شده" اریک هابسبام ما را از خطرات روایت‌های کاذب که می‌توانند حافظه مشترک را تحریف کنند، هشدار می‌دهد. وقفه‌ها در تداوم حافظه می‌تواند استقامت اجتماعی را تضعیف کند و ملت‌ها را در برابر بحران‌های هویتی و فراموشی تاریخی آسیب‌پذیر کند. پرورش حافظه مشترک برای نسل‌های آینده به نتیجه می‌رسیم که حافظه مشترک فقط یک لنز گذشته‌نگر نیست، بلکه مخزنی رو به جلو برای ملت‌ها از نظر دانش، هویت و استقامت است. دیدگاه‌های اندیشمندانی مانند هالبواکس، اندرسون، نورا، هابرماس و هابسبام، نقش حیاتی حافظه مشترک را در هویت و استقامت یک ملت برجسته می‌کند. با پرورش حافظه کوتاه‌مدت، میان‌مدت و بلندمدت، جوامع ابزارهای لازم برای مواجهه با عدم قطعیت‌ها، حفظ یکپارچگی فرهنگی و ترسیم مسیری پایدار را به دست می‌آورند. به عنوان نگهبانان حافظه مشترک، ما وظیفه داریم که تمامیت آن را حفظ کنیم، تا نسل‌های آینده میراثی غنی از تجربه، بینش و امید را به ارث ببرند. #اوغوزتورک

تورک‌ها در قفقاز و آذربایجان

تورک‌ها در قفقاز و آذربایجان #اوغوزتورک کتیبه‌های سارگون دوم، پادشاه آشوری که از 722 تا 705 قبل از میلاد سلطنت می‌کرد، دیدگاه‌های ارزشمندی در مورد وضعیت ژئوپلیتیکی قفقاز و آذربایجان در دوران سلطنت او ارائه می‌دهند. در میان گروه‌های مختلفی که در این کتیبه‌ها ذکر شده‌اند، "تورکو" و "تابار" (یا "تابال") به دلیل ارتباطشان با گروه‌های اولیه تورک برجسته هستند. این تحلیل به ذکر این گروه‌ها می‌پردازد و شواهد مربوط به حضور اولیه تورک‌ها یا گروه‌های پیشاتُورکی در منطقه قفقاز و آذربایجان را ارزیابی می‌کند. تورکو تورکو، همانطور که در کتیبه‌های سارگون دوم و دیگر پادشاهان آشوری ذکر شده است، یک گروه قبیله‌ای پیشاتُورکی بودند که در مناطق کوهستانی شرق و شمال شرق آشور ساکن بودند، مناطقی که تقریبا به بخش‌های قفقاز جنوبی و آذربایجان جنوبی امروزی مربوط می‌شود. اسناد آشوری اغلب تورکو را به عنوان گروهی جنگجو و جنگ‌طلب توصیف می‌کنند که به طور مکرر درگیر غارت‌ها و درگیری‌ها با امپراتوری آشور و همسایگانش بودند. یک مثال از کتیبه‌های سارگون دوم می‌گوید: "من، سارگون، پادشاه جهان، پادشاه آشور، علیه مانائی، آندی، زیکیرتو و تورکو جنگیدم. شهرهایشان را تسخیر کردم و بسیاری را به اسارت گرفتم." این کتیبه‌ها به درگیری‌های نظامی بین آشور و تورکو اشاره می‌کند و حضور و مقاومت قابل توجه آن‌ها در منطقه را نشان می‌دهد (لوکنبیل، 1927). به نظر من شناسایی تورکو با گروه‌های اولیه تورک قوی است. از نظر زبان‌شناسی، نام "تورکو" شباهت قوی با "تورک" دارد، اما برای ارتباط شواهد زبان‌شناختی تورکو با خانواده زبان‌های تورکی، تحقیقات و کارهای علمی بیشتری نیاز است. به نظر می‌رسد تورکو یک گروه قومی متمایز بودند که در کوه‌های زاگرس و مناطق شمال و شرق آن زندگی می‌کردند و تعاملات آن‌ها با آشور از طریق انواع کارزارهای نظامی و ماموریت‌های تنبیهی به خوبی مستند شده است (رادنر، 2003). تابار (تابال) "تابار" یا "تابال" نیز در زمینه کارزارهای نظامی سارگون دوم ذکر شده‌اند. مردم تابال در منطقه آناتولی، به ویژه در مناطقی که امروزه ترکیه نامیده می‌شود، سکونت داشتند. آن‌ها اغلب به عنوان بخشی از ائتلاف قبایل، از جمله کیمریان، توصیف می‌شوند که به دلیل حملاتشان به مناطق نزدیک شرقی شناخته شده بودند. در یکی از کتیبه‌های سارگون دوم آمده است: "در سرزمین کوموه، که در قلمرو مانائی و اورارتو است، مردم تابال (که به آن‌ها تیباری یا تابار نیز گفته می‌شود) با کیمریان متحد شده بودند. من، سارگون، آن‌ها را شکست دادم و مانند گرد و غبار پراکنده کردم." این روایت حضور تابال در ائتلاف گسترده‌تر قبایل شمالی که به تسلط آشور چالش می‌کشیدند را نشان می‌دهد (گریسون، 1991). تابال گاهی به دلیل الگوهای جغرافیایی و مهاجرتی مشاهده شده در قرون بعدی با گروه‌های پیشاتُورکی مرتبط می‌شود. با این حال، همانند تورکو، شناسایی تابال با تورک‌ها نیاز به تحقیق و بررسی بیشتری دارد. اصطلاح "تابال" خود با قبایل مختلف آناتولی مرتبط بوده است و هر گونه ارتباط با گروه‌های تورک فاقد شواهد قطعی است (ایوانچیک، 1993). حضور اولیه تورک‌ها در منطقه جستجو برای حضور اولیه تورک‌ها در خاور نزدیک در طول قرن 8 قبل از میلاد پیچیده است. بر اساس تحقیقات و ادبیات اورینتالیستی مستقر، اعتقاد بر این است که تورک‌ها به طور کلی در منطقه مغولستان و جنوب سیبری شکل گرفته‌اند و مهاجرت‌های غربی قابل توجهی بسیار بعد، عمدتا در هزاره اول میلادی، اتفاق افتاده است. با این حال، تحقیقات و تحلیل‌های بیشتر توسط دانشمندان غیر‌اورینتالیستی فرضیه متقابلی را پیشنهاد می‌کنند. در حالی که نام‌های "تورکو" و "تابال" ممکن است القایی به نظر برسند، شواهد زیادی برای ارتباط مستقیم این گروه‌ها با ترک‌ها وجود دارد. شواهد تاریخی و باستان‌شناختی به حضور طیف گسترده‌ای از قبایل و گروه‌های قومی در مناطق ذکر شده در کتیبه‌های سارگون اشاره می‌کنند، اما ارتباطات قطعی با مهاجرت‌های اولیه ترک‌ها برقرار نشده است (دیاکونوف، 1985). نتیجه‌گیری به نظر من، ذکر تورکو و تابار/تابال در کتیبه‌های سارگون دوم ارتباط مستقیمی با ترک‌های اولیه این منطقه دارد. این گروه‌ها در زمینه کارزارهای نظامی آشور به خودی خود مهم بودند و هویت‌های قومی و زبانی دقیق آن‌ها باید موضوع تحقیق و مطالعه علمی باشد. جستجو برای حضور اولیه ترک‌ها در منطقه همچنان به رویکردی چندبعدی تکیه دارد که شواهد تاریخی، زبان‌شناختی و باستان‌شناختی را ترکیب می‌کند. منابع - دیاکونوف، I. M. (1985). *مشکل تاریخ پیش از تاریخ قفقاز و آناتولی شرقی*. انتشارات دانشگاه شیکاگو. - گلدن، P. B. (1992). *مقدمه‌ای بر تاریخ مردمان ترک: قوم‌زایی و تشکیل دولت در اوراسیا و خاورمیانه قرون وسطی و اوایل مدرن*. اتو هاراسوویتس. - گریسون، A. K. (1991). *حکام آشوری در اوایل هزاره اول قبل از میلاد II (858-745 قبل از میلاد)*. انتشارات دانشگاه تورنتو. - ایوانچیک، A. I. (1993). *ترک‌های اولیه در اوراسیا غربی: بررسی تاریخی*. آکادمیه ورلاگ. - لوکنبیل، D. D. (1927). *سوابق باستانی آشور و بابل، جلد دوم*. انتشارات دانشگاه شیکاگو. - رادنر، K. (2003). *امپراتوری جدید آشور: ارزیابی تاریخی*. انتشارات دانشگاه کمبریج. #اوغوزتورک

Kafkaslar ve Azerbaycan'da Türkler،

Kafkaslar ve Azerbaycan'da Türkler، #OğuzTürk MÖ 722-705 yılları arasında hüküm süren Asur kralı II. Sargon'un yazıtları, onun saltanatı sırasında Kafkaslar ve Azerbaycan'daki jeopolitik duruma dair değerli bilgiler sunar. Bu yazıtlarda bahsedilen birçok grup arasında, "Turukku" ve "Tabar" (veya "Tabal") erken Türk gruplarıyla olan ilişkileri nedeniyle öne çıkar. Bu analiz, bu grupların bahsedilmesini inceler ve Kafkaslar ve Azerbaycan bölgesinde herhangi bir erken Türk veya proto-Türk varlığına dair kanıtları değerlendirir. Turukku II. Sargon ve diğer Asur krallarının yazıtlarında bahsedilen Turukku, Asur'un doğu ve kuzeydoğusundaki dağlık bölgelerde yaşayan bir kabile halkıdır. Bu bölgeler, Güney Kafkaslar ve günümüz Güney Azerbaycan'ına karşılık gelir. Asur kayıtları, Turukku'yu sık sık Asur İmparatorluğu ve komşuları ile çatışmalara giren savaşçı ve militan bir grup olarak tanımlar. II. Sargon'un yazıtlarından bir örnek: "Ben, evrenin kralı, Asur kralı Sargon, Mannai, Andia, Zikirtu ve Turukku'ya karşı savaştım. Şehirlerini ele geçirdim ve birçok esir aldım." Bu, Asur ile Turukku arasındaki askeri çatışmaları vurgular ve bölgedeki önemli varlıklarını ve direnişlerini gösterir (Luckenbill, 1927). Turukku'nun erken Türk gruplarıyla olan bağlantısı güçlüdür. Dilbilimsel olarak, "Turukku" ismi "Türk" ile yüzeysel bir benzerlik taşır, ancak Turukku'yu Türk dil ailesine bağlayan dilbilimsel kanıtlar üzerinde daha fazla araştırma ve bilimsel çalışma yapılması gerekmektedir. Turukku, Zagros Dağları ve kuzey ve doğusunda yaşayan farklı bir etnik grup olarak görünmektedir ve Asur ile olan etkileşimleri çeşitli askeri seferler ve cezalandırma seferleri ile iyi belgelenmiştir (Radner, 2003). Tabar (Tabal) "Tabar" veya "Tabal" da II. Sargon'un askeri seferleri bağlamında anılır. Tabal halkı, özellikle modern Türkiye'ye karşılık gelen bölgelerde, Anadolu bölgesinde yaşamıştır. Kimmerler de dahil olmak üzere, Yakın Doğu topraklarına akınlarıyla bilinen bir kabile koalisyonunun parçası olarak tanımlanırlar. II. Sargon'un yazıtlarından birinde şöyle denir: "Mannai ve Urartu topraklarındaki Kummuh ülkesinde, Tabal halkı (Tibareni veya Tabar olarak da anılır) Kimmerlerle birleşmişti. Ben, Sargon, onları yendim ve toz gibi dağıttım." Bu hesap, Tabal'ın Asur egemenliğine meydan okuyan kuzey kabilelerinin daha geniş koalisyonundaki varlığını göstermektedir (Grayson, 1991). Tabal, daha sonraki yüzyıllarda gözlemlenen coğrafi ve göç kalıpları nedeniyle zaman zaman proto-Türk gruplarıyla ilişkilendirilir. Ancak, Turukku gibi, Tabal'ın Türk halklarıyla olan bağlantısının daha fazla araştırılması ve incelenmesi gerekmektedir. "Tabal" terimi çeşitli Anadolu kabileleriyle ilişkilendirilmiştir ve Türk gruplarla herhangi bir bağlantı kesin kanıtlara sahip değildir (Ivantchik, 1993). Bölgede Erken Türk Varlığı MÖ 8. yüzyılda Yakın Doğu'da erken Türk varlığı arayışı karmaşıktır. Yerleşik oryantalist araştırma ve literatüre göre, Türk halklarının genellikle Moğolistan ve Güney Sibirya bölgesinde ortaya çıktığına inanılır ve Batıya doğru önemli göçlerin daha çok M.S. ilk binyılda gerçekleştiği kabul edilir. Ancak, oryantalist olmayan bilim adamlarının daha fazla araştırma ve analizleri, karşıt bir hipotez önermektedir. "Turukku" ve "Tabal" isimleri önerici görünse de, bu grupları doğrudan Türk halklarına bağlayan yeterli kanıtlar vardır. Tarihsel ve arkeolojik kanıtlar, Sargon'un yazıtlarında bahsedilen bölgelerde çeşitli kabilelerin ve etnik grupların varlığını göstermektedir, ancak erken Türk göçleriyle kesin bağlantılar kurulmamıştır (Diakonoff, 1985). Sonuç II. Sargon'un yazıtlarında bahsedilen Turukku ve Tabal'ın erken Türk halklarıyla doğrudan bir bağlantısı olduğuna inanıyorum. Bu gruplar, Asur askeri seferleri bağlamında kendi başlarına önemliydiler ve kesin etnik ve dilbilimsel kimlikleri akademik araştırma ve çalışmanın konusu olmalıdır. Bölgede erken Türk varlığı arayışı, tarihi, dilbilimsel ve arkeolojik kanıtları birleştiren çok disiplinli bir yaklaşıma dayanmaya devam etmektedir. Kaynaklar: - Diakonoff, I. M. (1985). *Kafkaslar ve Eski Doğu Anadolu'nun Tarih Öncesi Sorunu*. Chicago Üniversitesi Yayınları. - Golden, P. B. (1992). *Türk Halklarının Tarihine Giriş: Orta Çağ ve Erken Modern Avrasya ve Orta Doğu'da Etnogenez ve Devlet Oluşumu*. Otto Harrassowitz. - Grayson, A. K. (1991). *MÖ 1. Bin Yılın Başlarındaki Asur Hükümdarları II (858-745 BC)*. Toronto Üniversitesi Yayınları. - Ivantchik, A. I. (1993). *Batı Avrasya'daki Erken Türkler: Tarihsel Bir İnceleme*. Akademie Verlag. - Luckenbill, D. D. (1927). *Asur ve Babil'in Antik Kayıtları, Cilt II*. Chicago Üniversitesi Yayınları. - Radner, K. (2003). *Yeni Asur İmparatorluğu: Tarihsel Bir Yeniden Değerlendirme*. Cambridge Üniversitesi Yayınları. #OğuzTürk

Dilin Evrimi: Pratik Kökenlerden Gerçekdışılığına

Dilin Evrimi: Pratik Kökenlerden Gerçekdışılığına #OğuzTürk İnsan uygarlığının temel taşlarından biri olan dil, pratik iletişim aracından karmaşık ve çoğu zaman gerçekdışı anlamlarla dolu bir sisteme dönüşmüştür. Ben, dilin pratik kökenlerinden günümüzdeki durumuna kadar olan evrimini felsefi temelleriyle incelemeğe çalışıyorum. Başlangıçta, net ve somut fikirleri iletmek için bir araç olan dil, zamanla anlamını bulanıklaştıran katmanlar eklemiştir. Friedrich Nietzsche, Ludwig Wittgenstein, Steven Pinker ve diğer tanınmış filozof ve dilbilimcilerin görüşleri, bu karmaşık evrimi aydınlatacaktır. Başlangıçta, dil insan yaşamını kolaylaştıran bir araç olarak ortaya çıktı. İlk insanlar, çevrelerini anlamak, etkinlikleri koordine etmek ve hayatta kalmak için dili geliştirdiler. Steven Pinker, dilin esas olarak işbirliğini ve sosyal bağı kolaylaştırmak amacıyla evrimleştiğini öne sürer. Pinker, “Dil, karmaşık ve uzmanlaşmış bir beceridir; çocukta kendiliğinden, bilinçli bir çaba veya resmi eğitim olmaksızın gelişir ve altında yatan mantığın farkında olmadan kullanılır” der. Bu bağlamda, sözcükler gözle görülür gerçekliğe doğrudan bağlıydı ve fiziksel dünyayı ve temel sosyal etkileşimleri açık ve kesin bir şekilde tanımlamak için kullanılıyordu. Dinle birlikte, dil pratik kökenlerini aşarak metafizik ve sembolik boyutlar kazandı. Dini metinler ve uygulamalar, ilahi, ahlak ve ölümden sonraki yaşam gibi soyut kavramları dile dahil etti. Friedrich Nietzsche, dinin çoğu zaman gerçeği sembolizm ve metafizik katmanlarıyla örtbas ettiğini, dili görünmeyen ve spekülatif olanı ifade etmek için bir araç haline getirdiğini savunur. Nietzsche, “Tüm şeyler yoruma tabidir. Belirli bir zamanda hangi yorumun geçerli olduğu, güçle ilgili olup gerçekle ilgili değildir” demiştir. Dini dil, genellikle mecaz, alegori ve diğer retorik araçları kullanır, bu da doğrudan anlamı bulanıklaştırabilir. Örneğin, "günah" kavramı, kültürler ve dönemler arasında değişen ahlaki ve etik çağrışımlar taşır, bu da doğrudan iletişimi karmaşıklaştıran yorum katmanları ekler. Bu nedenle, dini dil kültürel ve ruhsal yaşamı zenginleştirirken, aynı zamanda sözcüklerin orijinal anlamlarını çarpıtan gerçekdışı unsurlar da ekler. Dil ve gerçeklik arasındaki ilişki, uzun zamandır felsefenin merkezi bir konusu olmuştur. Ludwig Wittgenstein, sonraki çalışmalarında, sözcüklerin anlamının içsel olmadığını, belirli bağlamlardaki kullanımları tarafından belirlendiğini öne sürer. Wittgenstein, “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” gözleminde bulunur. Bu görüş, toplumlar geliştikçe sözcüklerin kullanım ve anlamlarının da evrildiğini ima eder. Bir zamanlar basit bir terim olan şey, yeni ve genellikle soyut anlamlarla dolabilir, bu da daha geniş kültürel ve toplumsal değişiklikleri yansıtır. Jacques Derrida'nın "yapısöküm" kavramı, dilin istikrarsızlığını daha da araştırır. Derrida, sözcüklerin anlamlarının diğer sözcüklerle olan farklılıkları aracılığıyla ortaya çıktığını, bu nedenle dilin doğası gereği istikrarsız ve çoklu yorumlara açık olduğunu savunur. Bu süreç, dilin kirlenmesi olarak adlandırılabilecek duruma yol açabilir; burada sözcükler orijinal, somut anlamlarını kaybeder ve soyut çağrışımlarla dolu bir ağın içine hapsolur. Derrida'nın görüşleri, dilsel anlamın akışkanlığını ve karmaşıklığını vurgular, sabit ve net olmayan bir dilin varlığını sorgular. Günümüzde, medya ve teknoloji dilin evrimini önemli ölçüde hızlandırmıştır. İnternetin, sosyal medyanın ve küresel iletişimin yükselişi, yeni karmaşıklık katmanları eklemiştir. Sözcükler ve ifadeler hızla yeni anlamlar kazanabilir ve genellikle orijinal bağlamlarından kopar. Örneğin, memler, sözcüklerin ve görüntülerin anlamlarını öngörülemez şekillerde dönüştürebilir ve bu da dildeki gerçekdışılık katmanlarına katkıda bulunur. George Orwell, "Politika ve İngiliz Dili" adlı makalesinde, politik propaganda ve medya manipülasyonu yoluyla dilin bozulması konusunda uyarmıştır. Orwell, belirsiz ve soyut dilin gerçeği gizlemek ve kamuoyunu manipüle etmek için kullanılabileceğini savunur. Bu gözlem, dilin dezenformasyon yaymak ve algıları şekillendirmek için kullanılabileceği dijital çağda özellikle önemlidir. Dilbilimci John McWhorter da dijital çağda dilin dinamik doğası hakkında yorum yaparak, “Dil kültür gibi evrimleşir; yeni teknolojiler ve sosyal uygulamalar, bazen orijinal anlamları bulanıklaştırabilecek kelime dağarcığı ve kullanım değişimlerine yol açar” demiştir. McWhorter'ın perspektifi, kültürel ve teknolojik değişimlere yanıt olarak dilin sürekli ve genellikle hızlı dönüşümünü vurgular. Dilin pratik kökenlerinden kopması ve gerçekdışılıkla kirlenmesi, derin sonuçlar doğurur. İlk olarak, yanlış anlama ve iletişim bozukluğuna yol açabilir. Sözcükler net, pratik anlamlarını kaybettiğinde, belirsiz ve çoklu yorumlara açık hale gelirler; bu da etkili iletişimi engeller ve insanların niyetlerini doğru bir şekilde iletmelerini ve anlamalarını zorlaştırır. İkincisi, net ve somut dilin aşınması, iletişimde güveni zayıflatabilir. Sözcükler daha soyut ve gerçeklikten kopuk hale geldikçe, insanlar dili gerçeği iletmek için güvenilir bir araç olarak görmeyebilir. Bu güvensizlik, işlevsel toplumlar için gerekli olan sosyal uyumu ve karşılıklı anlayışı zayıflatabilir. Görüşümüzce, dil pratik kökenlerinden, soyutlama ve gerçekdışılıkla dolu günümüzdeki durumuna evrimi, daha geniş kültürel ve toplumsal değişimleri yansıtır. Din, felsefe ve modern medya dili zenginleştirirken, anlamı bulanıklaştıran karmaşıklık ve belirsizlik katmanları da eklemiştir. Bu dönüşümü anlamak, günümüz toplumunda iletişim ve güven sorunlarını ele almak için önemlidir. Dili şekillendiren güçleri tanıyarak, onun netliğini yeniden kazanabilir ve onu insan bağlantısı ve anlayışı için güvenilir bir araç olarak koruyabiliriz. #OğuzTürk

Acı Çekmeye Duyulan Saygı Ve Hayranlığın Nörolojik Temelleri,

Acı Çekmeye Duyulan Saygı Ve Hayranlığın Nörolojik Temelleri, #OğuzTürk İnsanlık tarihi boyunca, acı ve ıstıraba katlanmak çeşitli kültürler ve dinler tarafından kutlanmış ve saygı görmüştür. Men bu yazıda, dini figürler olarak Eyüp, İsa ve Hüseyin’e odaklanarak insanların neden büyük acılara katlananlara hayranlık duyduğunun nörolojik temellerini araştırmaya çalışacağım. Ayrıca, bu kapsamda ve araştırmalarıma dayanarak, masokistik eğilimlerin kimin kahraman olacağını nasıl etkileyebileceğini inceleyip ve acıya daha yüksek bir eşiğe sahip olan ve acıyı kucaklama eğiliminde olanların daha fazla saygı görebileceğini öne sürüyorum. Beynin ödül sistemi, özellikle dopamin salınımı, faydalı veya hayranlık uyandıran olarak algılanan davranışları ve deneyimleri pekiştirmede önemli bir rol oynar. Birinin acıya veya zorluklara katlandığını gözlemlediğimizde, beyinlerimiz bunu güç ve dayanıklılığın bir gösterisi olarak yorumlar. Bu yorum kısmen, başkalarının duygularını anlamamızı ve empati kurmamızı sağlayan ayna nöronlarının aktivasyonundan kaynaklanır. Birinin ıstırabını gözlemlemek derin bir duygusal tepki uyandırabilir ve hayranlığı pekiştirebilir. Dini anlatılar, saygı duyulan figürlerin ıstıraplarını olağanüstü inanç ve bağlılıklarını göstermek için sıklıkla vurgular. Eski Ahit’te bir figür olan Eyüp, bunun bir örneğidir. Zenginliğini, sağlığını ve ailesini kaybetmesine rağmen, Eyüp’ün sarsılmaz inancı ve denemelerindeki dayanıklılığı dindarlığın zirvesi olarak kutlanır. Nörolojik olarak, Eyüp’ün ıstırabına ve kararlılığına tanık olmak empati ve hayranlık uyandırır, onun erdem örneği olarak statüsünü pekiştirir. Benzer şekilde, Hristiyanlıkta, İsa çarmıha gerilme sırasında muazzam acılara katlanmasıyla saygı görür. Onun ıstırabı en büyük fedakarlık, insanlığın günahları için bir aşk ve kurtuluş eylemi olarak görülür. Bu anlatı, beyinde empati sistemlerini aktive eder, İsa’nın ıstırabına ve temsil ettiği değerlere derin bir bağ oluşturur. Hem fiziksel hem de sosyal acıyı işlemekte olan anterior singulat korteks ve insula gibi beyin bölgeleri, İsa’nın çarmıha gerilmesini düşündüğümüzde devreye girebilir ve dayanıklılığına duyulan hayranlığı daha da pekiştirebilir. Şii İslam'da, Hüseyin ibn Ali, ıstırabı saygı gören başka bir figürdür. Kerbela Savaşı'ndaki şehadeti, her yıl Aşura sırasında anılmaktadır. Hüseyin'in ilkeleri ve inancı uğruna acı çekme ve ölme isteği olağanüstü bir dindarlık ve cesaret eylemi olarak görülür. Aşura sırasında onun ıstırabının toplu yas ve yeniden canlandırılması, topluluk bağlarını güçlendirebilir ve fedakarlığına duyulan hayranlığı pekiştirebilir. Bu tartışmaya masokizm kavramını entegre etmek, acıya duyulan hayranlığa ek bir katman ekler. Aynı değerlere ve ideolojilere sahip varsayımsal bir bireyler grubunu düşünürsek, ancak acı ve ıstıraba farklı eşiklere sahipsek, acıya karşı daha yüksek bir toleransa ve ıstırabı kucaklama eğilimine sahip kişi, bir kahraman olarak daha fazla hayranlık ve kutlama görebilir. Bu bireyin masokizme yönelik psikolojik eğilimi, onları daha dayanıklı ve kahramanlıkla ilişkili denemelere katlanmaya istekli hale getirebilir. Istıraba katlanma ve hatta acıda anlam veya zevk bulma yetenekleri, benzer değerlere sahip olmalarına rağmen, zorluklara katlanmaya daha az istekli veya daha az yetenekli olan diğerlerinden onları ayırabilir. Bu bakış açısı, masokistik özelliklerin kimin kahraman olacağını etkileyebileceğini öne sürer. Acıya katlanabilen ve acıyı kucaklayabilen bireyler, önemli zorluklarla yüzleşmeye daha meyilli olabilirler, bu da daha büyük tanınma ve hayranlığa yol açabilir. Dayanıklılıkları bir tür para birimi haline gelir, kahramanlık statülerini pekiştirir ve potansiyel olarak topluluklarına ve torunlarına fayda sağlar. Böylece, insan toplumları acıya katlanan ve acıyı kucaklayanlara duyulan hayranlık etrafında gelişebilir ve kültürel ve dini anlatıları şekillendirebilir. Bu fikri nörologlar ve filozofların çalışmalarıyla karşılaştırmak, empati, hayranlık ve masokizm arasındaki bağlantıyı destekler. Friedrich Nietzsche’nin “Übermensch” kavramı, acıyı aşarak büyüklüğe ulaşanlara duyulan hayranlığı vurgular. Nörolog V.S. Ramachandran’ın ayna nöronlar üzerine yaptığı araştırmalar, başkalarının deneyimlerini, acı çekmeyi de içeren, anlamada empatinin önemini vurgular. Ayrıca, Kent Berridge ve Morten Kringelbach’ın beynin ödül sistemi üzerine yaptığı çalışmalar, dopaminin, dayanıklılık ve direncin hayranlığı gibi algılanan ödüllerle ilişkili davranışları nasıl pekiştirdiğini göstermektedir. Görüşümüzce, acıya katlananlara duyulan nörolojik hayranlık, empati, ödül sistemleri ve masokizm gibi psikolojik özelliklerin karmaşık bir etkileşimidir. Eyüp, İsa ve Hüseyin gibi figürler, insan düşüncesine kök salmış dayanıklılık ve dirence duyulan derin saygıyı örneklemektedir. Masokizm kavramını dahil ederek, bireysel psikolojik özellikler ve toplumsal değerlerin kahramanlık ve dindarlık algılarımızı nasıl şekillendirdiğini daha iyi anlıyoruz. Bu yaklaşım, acıya ve ıstıraba duyulan hayranlığın toplumsal gelişim ve kültürel anlatılar üzerinde nasıl etkili olabileceğini vurgular. #OğuzTürk

Tekil Büyük Patlama Teorisinin Çürütülmesi: Sonsuz Evren Hipotezi,

Tekil Büyük Patlama Teorisinin Çürütülmesi: Sonsuz Evren Hipotezi, #OğuzTürk Büyük Patlama teorisi, modern kozmolojinin temel taşlarından biri olarak, evrenin yaklaşık 13.8 milyar yıl önce tek bir kökenle başladığını öne sürer. Bu kavram, bilimsel ve popüler düşüncede derinden kökleşmiş olup, net bir başlangıç ve son arayan geleneksel, hatta dini anlatıları yansıtır. Ben ise alternatif bir hipotez öneriyorum: Evrenin başlangıcı ve sonu olmayan sonsuz ve ebedi bir yapıda olduğunu düşünüyorum. Benim sunduğum bakış açısı, tekil Büyük Patlama teorisini çürütmekte ve başlangıçsız ve sonsuz bir evrende yerel genişlemeler, büzülmeler ve Büyük Patlama benzeri olayların meydana geldiği daha karmaşık, dinamik bir kozmosa işaret etmektedir. Benim öne sürdürdüğüm kuram sonsuz evrende, zaman ve uzay sonsuza dek uzanır ve Büyük Patlama'nın sonlu bir başlangıç noktası olduğu varsayımına meydan okur. Madde, farklı bölgelerde sürekli olarak yaratılır ve yok edilir, bu da bizim bakış açımızdan gözlemlenebilen yerel olaylara yol açar. Evrenin algılanan genişlemesi, bu nedenle, evrensel bir sabit yerine yerel bir olaydır. Bu çerçeve, dengesiz denklemler ve Büyük Patlama'dan önceki evrenin durumu hakkındaki anlamsız ve çözülmemiş sorulara gerek bırakmaz ve daha tutarlı ve dengeli bir kozmik varoluş görüşü sunar. Bana göre, gözlemlenebilir evren, görünür genişlemesiyle, çok daha büyük, sonsuz bir gerçekliğin yalnızca küçük bir parçasıdır. Bu geniş bakış açısı, yerel olaylar olarak genişlemeleri ve büzülmeleri barındırır ve evrensel bir davranışı ima etmez. Sonsuz bir evrende, Büyük Patlama benzeri olaylar yaygındır ve kozmik dinamiklerin bir parçası olarak farklı bölgelerde meydana gelir. Gözlemlenebilir evrenimizin Büyük Patlaması, sadece bir tanesidir ve her biri sonsuz evrenin sürekli değişen yapısına katkıda bulunur. Bazı kuramsal fizikçiler, bu hipotezin unsurlarıyla örtüşen fikirler öne sürmüşlerdir. Fred Hoyle'un Durağan Durum Teorisi, her ne kadar eski olsa da, sürekli madde yaratımı ile ebedi ve değişmeyen bir evren öneriyordu. Roger Penrose'un Uyumluluk Döngüsel Kozmolojisi (CCC), sonsuz döngüler geçiren ebedi bir evren öne sürerken, Paul Steinhardt ve Neil Turok'un döngüsel modeli, evrenin sonsuz döngülerde Büyük Patlamalar ve büzülmeler yaşadığını öne sürer. Bu modeller, farklılıklarına rağmen, ebedi bir evren kavramıyla örtüşür ve tekil bir başlangıç düşüncesine meydan okur. Hipotezimi açıklamak için, evreni sonsuz, dinamik bir ipek kumaş olarak düşünün. Titreşime düştüğünde, kumaş yerel genişlemeler, büzülmeler ve kırışıklıklar gösterir. Bir bölgede kumaş yükselirken (genişleme), başka bir bölgede düşebilir (büzülme). Kanaatimce, bu yerel dinamikler evrensel bir davranışa işaret etmez, aksine, sürekli hareket halindeki karmaşık, sonsuz bir sistemi yansıtır. Bu benzetme, yerel olaylar olan Büyük Patlamaların daha büyük, sürekli değişen kozmik yapının bir parçası olduğu sonsuz evrenin özünü yakalar. Benim hipotezimin önemli bir avantajı, tek bir Büyük Patlama'dan kaynaklanan dengesiz denkleme gerek bırakmamasıdır. Geleneksel modeller, genellikle Büyük Patlama'dan önceki durum hakkında anlamsız ve gereksiz sorularla uğraşır ve bu da çözülmemiş veya zorlama açıklamalara yol açar. Sonsuz, ebedi bir evrende, bu tür sorular anlamsız hale gelir. Büyük Patlama'dan önce bir "önce" yoktur çünkü evren her zaman var olmuştur. Bu yaklaşım, daha tutarlı ve dengeli bir kozmik varoluş görüşü sunarak, öncesinde ne olduğuna dair anlamsız kovalamacayı atlar. Görüşümce, tekil Büyük Patlama teorisini çürütmek ve sonsuz, ebedi bir evren kavramını benimsemek, daha geniş ve dinamik bir kozmik anlayışa daha doğrudur. Benim öne sürdüğüm hipotez, geleneksel anlatıları sorgulamakla kalmaz, aynı zamanda bilimsel araştırmalara daha açık fikirli bir yaklaşıma yol açar. Evreni sonsuz ve ebedi olarak düşündüğümüzde, tek bir, sonlu olayın sınırlamaları ötesinde, kozmik varoluşun karmaşıklığını ve ilginçliğini daha iyi takdir edebiliriz. #OğuzTürk

Seher Seher Bağa Girdim, Ne Bağ Bildi, Ne De Bağban!

Seher Seher Bağa Girdim, Ne Bağ Bildi, Ne De Bağban! İnsan bilincinin ortaya çıkışı, hemen hemen insan topluluklarının hepsinin yaratılış anlatılarına ve mitolojilerine karşı, sinir kompleksinin genişlemesinde kök bulur. İnsanlık milyarlarca nöron ve trilyonlarca bağlantı kazandıkça bilinç açıldı - anlık yaratılış hikayelerinden sapma. Bu bilimsel bakış açısında insanlığın doğuşu, kendi farkında olma, elle tutulmayanı algılama, ileriye dönük düşünme, planlama ve hayal etme yeteneği anlamına gelir. Genişleyen bilinçle donatılmış insanlar, sanatı şekillendirme, bilimi ilerletme ve sadece kendilerini değil, aynı zamanda çevreyi, Dünya'yı ve belki de evreni etkileme yeteneğine sahip hale geldiler. Bu dönem, insanlığın (seher), erken sabahını simgeler; algılanan karanlıkta ve amaçsızlık ve farkındalık eksikliğinde, insanlar, anlam yaratma yeteneğine sahip eşsiz varlıklar olarak ortaya çıktılar. Bu kozmik tiyatroda insan bilinci, varoluş hikayesini şekillendiren aydınlatıcı bir güç haline geldi. El Uzadıb Bir Gül Derdim, Ne Bağ Bildi, Ne De Bağban! Insan düşüncesinin engin kumaşında, nörolojinin, biyolojinin, kozmolojinin ve atom altı, kuantum fiziği gibi küçük ve astrofizik gibi büyük bilimlerin inceliklerini çözme çabası, bilimsel keşfin merceğinden derin bir değişim geçirdi. Bir zamanlar sarıldığı inançlar, dinin, batıl inançların ve sahte bilimlerin kumaşına işlenmişti; yaratılış hikayeleri, astroloji ve zihnin madde üzerindeki etkisi gibi. Ancak şimdi bilimsel titizliğin karşısında direnç gösteren bu inançlar, insanlığın yoğun bir süzgeç altında elde edilen bilgiye yönelik araştırmaların ardında geri çekilmeye başladı. İnsanlık, yanlış inançların uzun karanlık çağlarından çıkarken, evrenin kolektif anlayışını aydınlatan bilimsel bir fenerin loş ışığını yaşamaya başlıyor. Bu çağlar ötesi uyanış, insanlığın temelsiz dogmalardan kurtulduğu ve bilgiye yönelik deneyimsel arayışı benimsediği özgürleşmeyle benzerlik taşır. Bilime doğru her adımda, sanki insanlığın uzatılmış kolu – beyinsel uzantının somutlaşması – bilgeliğin meyvelerini nazikçe toplamak üzere uzanır gibi. Bu yanlış anlamaların reddedildiği, insan zekasının, bilimsel sorgulamanın parlak işaretçisiyle kozmosu keşfettiği bu dönüşümcü serüvende, insan düşüncesi felsefi bir yolculuğa çıkıyor. Bağın Beresinden Aşdım, Süsen Sümbüle Dolaşdım, Ağladım, Güldüm, Danışdım, Ne Bağ Bildi, Ne De Bağban! Insan varoluşunun labirentinde, sayısız zorluğu aştık - hem içsel hem de dışsal olanları. Biyolojimizin sınırlamaları, vücudumuzun ve zihnimizin karmaşık çalışmaları ve ihtiyaçlarımızın evrimleşen doğası kalıcı engellerdi. Çevremizin öngörülemeyen peyzajından diğer yaşam formlarıyla süregelen rekabete kadar olan yolculuk, engellerle dolu olmuştur. Yine de, bu zorluklar arasında, bilimimizi rehberimiz olarak kullanma olasılığı var. Bu yolculuk, insanın dayanıklılığı ve zekası açısından bir kanıttır. Bugün, bilim ve akıl ilkelerinin aydınlattığı bir dönemde, insanlık özünü ve amacını sorgulamaktadır. Sanat, tuhaf ve takdire şayan bir başarı olarak ortaya çıkmış, kozmosu nasıl algıladığımızı ve yorumladığımızı görmemiz için bir mercek haline gelmiştir. Bu, sıradanı olağanüstüye dönüştürür - beslenmenin sanatından dil ve düşüncenin sanatına. Varoluşun karmaşıklıklarını keşfederken, sanatla etkileşim kurma yeteneğimiz, çevremizi anlama konusundaki derin anlayışımızı yansıtır. Dil, ifadenin iksiri olarak, evrimsel serüvenimizde dönüm noktasını işaret eder. Sadece iletişimi değil, düşüncelerin, duyguların ve fikirlerin somut bir biçimde alındığı ortam haline gelir. Dil, insanlığın şarap çanağı gibi, başarılarımızı şekillendirir ve ölçer, insan olmanın esansını kapsar. Bu hayat ve bilinç kumaşında, duyguların ortaya çıkışı büyülü bir senfoniye benzer - doğumun ilk çığlıklarından bir insan çocuğunun bulaşıcı kahkahalarına kadar. Tüm duyular uyanır, deneyimimizin zenginliğine katkıda bulunur. Ancak büyülü alkiminin gerçekleştiği yer dilin ortaya çıkmasıyla olur. Dil ile birlikte, soyut ve somut, gerçek ve gerçek dışı keşfe çıkıyoruz. Bu, düşüncelerimizin aracı olur, duygularımızın iletim yolu olur ve algılarımızın mimarı olur. İnsanın olgunlaşma bahçesinde, dil bilincimizle birleşen Süsen ve Sünbül gibi hoş kokulu çiçekler gibi hizmet eder. İnsanlar diyaloga katıldıkça dil, düşüncelerin şekillendiği ve fikirlerin şekillendiği güç haline gelir. Kelimelerin dansında, varoluşumuzun karmaşıklığını açığa çıkararak metaforlar ve metafizik zirvelere ulaşırız. Dil, felsefenin ocaklarından biri olur, kendisi bir sanat formu haline gelir ve varoluşumuzun tam da özünü kapsar. Bu felsefi keşif, dil, bilinç ve insan deneyimini tanımlayan sanatsal ifadeler arasındaki derin etkileşimin altını çiziyor. Cahan Diyer: Oxumu Atdım, Bütün Alemi Oyatdım, Gül Çiçekden Yükümü Çatdım, Ne Bağ Bildi Ne De Bağban! Evrenin görünen genişliğinde, insan bilincinin tapmaca olarak durduğu yer, sonsuz karanlığa saplanmış bir ışık oku gibidir. Bu bilinç, benzersiz ve eşi benzeri olmayan bir özde, bilincin amacsızlığını sorgulayan bilinçsiz evrenin derinliklerine saplanan dönüştürücü bir güç olarak hizmet eder. İnsan bilinci, bilgiye dair bir ışık oku gibi evrenin karanlık ve ıslak ormanını tutuşturmayı deneyerek, bilinçsiz evrenin amacasızlığını meydan okur. Evrenin belirgin bir başlangıcı olup olmadığı ya da sonsuzluğa mı uzandığı sorusu ne olursa olsun, insan bilincinin fenomeni eşsiz ve rakipsizdir. Kosmik tiyatroda yalnızca gözlemciler olarak, insanlar bir bilincin ardında belirir, kısacık bir süre kalır ve ardından iz bırakmadan solup gider. Bu, bir kişinin bir çiçek bahçesinde dolaşıp çeşitli çiçekleri toplamasına benzer. Bu varoluş bahçesinde hem çiçekler hem de insanlar solup gider, yokluğun geniş sonsuzluğuna doğru birleşir. İnsan bilincinin bu geçici doğası, varlığımızın kökeni, amacı ve kaderi hakkında derin sorular ortaya çıkarıyor. İnsanlığın, yokluktan ortaya çıkıp bilincin dansını yaşadığı ve sonunda yokluğun sınırsızlığında çözüldüğü bir yer olarak ortaya çıkır. İnsan bilinci evrenin gizemlerine, nüfuz eden bir ışık oku gibi, karanlığın bağrını yarıp evreni parlatmağa götüren derin bir güç gibi görünmektedir. 2010 #OğuzTürk

Göbeğinden Nereye Bağlıysan, Beyinden de Oraya Bağlısın,

Göbeğinden Nereye Bağlıysan, Beyinden de Oraya Bağlısın, #OğuzTürk Bizim "Göbeğinden nereye bağlıysan, beyinden de oraya bağlısın" sözümüz, insanın fiziksel ve zihinsel bağlantılarının önemini vurgular. Bu kuram, varoluşumuzun biyolojik, psikolojik ve siyasi boyutlarını derinlemesine anlamamıza olanak sağlar. Beden ve zihin arasındaki bu bağı, felsefi ve siyasi perspektiften inceleyerek, insan doğasının ve düşünce yapısının nasıl şekillendiğini anlata biliyoruz. Göbek bağı, doğumdan itibaren insanın annesiyle olan ilk fiziksel bağıdır ve yaşamımızdaki ilk ilişkileri sembolize eder. Bu fiziksel bağ, bireyin zihinsel yapısını da şekillendirir. Beyin, çevreden aldığı uyarılarla gelişir ve bu uyarılar, düşünce sistemimizi ve duygusal yapımızı belirler. Psikolojik açıdan, aile ve sosyal çevre, bireyin kimlik ve güven duygusunu inşa eder. Aile içindeki duygusal bağlar, bireyin sağlıklı bir zihin ve ruh hali geliştirmesine katkıda bulunur. Felsefi açıdan, insanın biyolojik ve psikolojik yapısının birbirine bağlı olması, bireyin öznel deneyimlerinin ve düşünce biçimlerinin bir ürünüdür. Bireyin kendini ve çevresini algılayışı, doğrudan bu bağların etkileşimiyle şekillenir. Bu bağlamda, Descartes'ın "düşünüyorum, öyleyse varım" ifadesi, zihnin ve bedenin ayrılmaz bir bütün olduğunu vurgular. Siyasi açıdan, bir insanın toplumsal ve politik bağlantıları da varoluşsal öneme sahiptir. Birey, doğduğu toplumun politik yapısından, ideolojilerinden ve hükümet politikalarından etkilenir. Siyasal ideolojiler, bireyin düşünce yapısını ve toplumsal davranışlarını şekillendirir. Michel Foucault'nun biyopolitika kavramı, bireyin bedeninin ve zihninin siyasi güçler tarafından nasıl kontrol edildiğini ve yönlendirildiğini açıklar. Demokratik bir toplumda yetişen bireyler, özgürlük, eşitlik ve adalet gibi değerleri benimserken, otoriter bir rejimde yetişen bireyler, farklı bir dünya görüşü ve değerler sistemi geliştirir. Bir siyasi insan, beslendiği ideolojik kaynaklardan etkilenerek görüşlerini oluşturur. Bu nedenle, bireyin siyasi düşünceleri, bağlı olduğu toplumsal ve politik yapılar tarafından şekillendirilir. Antonio Gramsci'nin hegemonya teorisi, toplumdaki egemen sınıfın, bireylerin düşünce ve davranışlarını nasıl etkilediğini açıklar. "Göbeğinden nereye bağlıysan, beyinden de oraya bağlısın" sözümüz, insanın fiziksel, zihinsel, duygusal ve siyasi bağlantılarının birbirinden ayrılamaz bir bütün olduğunu vurgular. Biyolojik ve psikolojik bağlar, bireyin düşünce yapısını ve duygusal sağlığını şekillendirirken, siyasi bağlar da bireyin politik görüşlerini belirler. İnsan doğasının bu karmaşık yapısını anlamak, bireyin toplumsal ve siyasal bağlamdaki yerini ve etkisini kavramamıza yardımcı olur. Bizim bu bütüncül yaklaşımımız, insan varoluşunun derinlemesine anlaşılmasını sağlar ve bireyin kendini ve dünyayı algılama biçimini şekillendirir. 2018 #OğuzTürk