Monday, November 04, 2024
Seher Seher Bağa Girdim, Ne Bağ Bildi, Ne De Bağban!
Seher Seher Bağa Girdim,
Ne Bağ Bildi, Ne De Bağban!
İnsan bilincinin ortaya çıkışı, hemen hemen insan topluluklarının hepsinin yaratılış anlatılarına ve mitolojilerine karşı, sinir kompleksinin genişlemesinde kök bulur. İnsanlık milyarlarca nöron ve trilyonlarca bağlantı kazandıkça bilinç açıldı - anlık yaratılış hikayelerinden sapma.
Bu bilimsel bakış açısında insanlığın doğuşu, kendi farkında olma, elle tutulmayanı algılama, ileriye dönük düşünme, planlama ve hayal etme yeteneği anlamına gelir. Genişleyen bilinçle donatılmış insanlar, sanatı şekillendirme, bilimi ilerletme ve sadece kendilerini değil, aynı zamanda çevreyi, Dünya'yı ve belki de evreni etkileme yeteneğine sahip hale geldiler.
Bu dönem, insanlığın (seher), erken sabahını simgeler; algılanan karanlıkta ve amaçsızlık ve farkındalık eksikliğinde, insanlar, anlam yaratma yeteneğine sahip eşsiz varlıklar olarak ortaya çıktılar. Bu kozmik tiyatroda insan bilinci, varoluş hikayesini şekillendiren aydınlatıcı bir güç haline geldi.
El Uzadıb Bir Gül Derdim,
Ne Bağ Bildi, Ne De Bağban!
Insan düşüncesinin engin kumaşında, nörolojinin, biyolojinin, kozmolojinin ve atom altı, kuantum fiziği gibi küçük ve astrofizik gibi büyük bilimlerin inceliklerini çözme çabası, bilimsel keşfin merceğinden derin bir değişim geçirdi. Bir zamanlar sarıldığı inançlar, dinin, batıl inançların ve sahte bilimlerin kumaşına işlenmişti; yaratılış hikayeleri, astroloji ve zihnin madde üzerindeki etkisi gibi. Ancak şimdi bilimsel titizliğin karşısında direnç gösteren bu inançlar, insanlığın yoğun bir süzgeç altında elde edilen bilgiye yönelik araştırmaların ardında geri çekilmeye başladı.
İnsanlık, yanlış inançların uzun karanlık çağlarından çıkarken, evrenin kolektif anlayışını aydınlatan bilimsel bir fenerin loş ışığını yaşamaya başlıyor. Bu çağlar ötesi uyanış, insanlığın temelsiz dogmalardan kurtulduğu ve bilgiye yönelik deneyimsel arayışı benimsediği özgürleşmeyle benzerlik taşır. Bilime doğru her adımda, sanki insanlığın uzatılmış kolu – beyinsel uzantının somutlaşması – bilgeliğin meyvelerini nazikçe toplamak üzere uzanır gibi. Bu yanlış anlamaların reddedildiği, insan zekasının, bilimsel sorgulamanın parlak işaretçisiyle kozmosu keşfettiği bu dönüşümcü serüvende, insan düşüncesi felsefi bir yolculuğa çıkıyor.
Bağın Beresinden Aşdım,
Süsen Sümbüle Dolaşdım,
Ağladım, Güldüm, Danışdım,
Ne Bağ Bildi, Ne De Bağban!
Insan varoluşunun labirentinde, sayısız zorluğu aştık - hem içsel hem de dışsal olanları. Biyolojimizin sınırlamaları, vücudumuzun ve zihnimizin karmaşık çalışmaları ve ihtiyaçlarımızın evrimleşen doğası kalıcı engellerdi. Çevremizin öngörülemeyen peyzajından diğer yaşam formlarıyla süregelen rekabete kadar olan yolculuk, engellerle dolu olmuştur. Yine de, bu zorluklar arasında, bilimimizi rehberimiz olarak kullanma olasılığı var.
Bu yolculuk, insanın dayanıklılığı ve zekası açısından bir kanıttır. Bugün, bilim ve akıl ilkelerinin aydınlattığı bir dönemde, insanlık özünü ve amacını sorgulamaktadır. Sanat, tuhaf ve takdire şayan bir başarı olarak ortaya çıkmış, kozmosu nasıl algıladığımızı ve yorumladığımızı görmemiz için bir mercek haline gelmiştir. Bu, sıradanı olağanüstüye dönüştürür - beslenmenin sanatından dil ve düşüncenin sanatına.
Varoluşun karmaşıklıklarını keşfederken, sanatla etkileşim kurma yeteneğimiz, çevremizi anlama konusundaki derin anlayışımızı yansıtır. Dil, ifadenin iksiri olarak, evrimsel serüvenimizde dönüm noktasını işaret eder. Sadece iletişimi değil, düşüncelerin, duyguların ve fikirlerin somut bir biçimde alındığı ortam haline gelir. Dil, insanlığın şarap çanağı gibi, başarılarımızı şekillendirir ve ölçer, insan olmanın esansını kapsar.
Bu hayat ve bilinç kumaşında, duyguların ortaya çıkışı büyülü bir senfoniye benzer - doğumun ilk çığlıklarından bir insan çocuğunun bulaşıcı kahkahalarına kadar. Tüm duyular uyanır, deneyimimizin zenginliğine katkıda bulunur. Ancak büyülü alkiminin gerçekleştiği yer dilin ortaya çıkmasıyla olur.
Dil ile birlikte, soyut ve somut, gerçek ve gerçek dışı keşfe çıkıyoruz. Bu, düşüncelerimizin aracı olur, duygularımızın iletim yolu olur ve algılarımızın mimarı olur. İnsanın olgunlaşma bahçesinde, dil bilincimizle birleşen Süsen ve Sünbül gibi hoş kokulu çiçekler gibi hizmet eder.
İnsanlar diyaloga katıldıkça dil, düşüncelerin şekillendiği ve fikirlerin şekillendiği güç haline gelir. Kelimelerin dansında, varoluşumuzun karmaşıklığını açığa çıkararak metaforlar ve metafizik zirvelere ulaşırız. Dil, felsefenin ocaklarından biri olur, kendisi bir sanat formu haline gelir ve varoluşumuzun tam da özünü kapsar.
Bu felsefi keşif, dil, bilinç ve insan deneyimini tanımlayan sanatsal ifadeler arasındaki derin etkileşimin altını çiziyor.
Cahan Diyer: Oxumu Atdım,
Bütün Alemi Oyatdım,
Gül Çiçekden Yükümü Çatdım,
Ne Bağ Bildi Ne De Bağban!
Evrenin görünen genişliğinde, insan bilincinin tapmaca olarak durduğu yer, sonsuz karanlığa saplanmış bir ışık oku gibidir. Bu bilinç, benzersiz ve eşi benzeri olmayan bir özde, bilincin amacsızlığını sorgulayan bilinçsiz evrenin derinliklerine saplanan dönüştürücü bir güç olarak hizmet eder.
İnsan bilinci, bilgiye dair bir ışık oku gibi evrenin karanlık ve ıslak ormanını tutuşturmayı deneyerek, bilinçsiz evrenin amacasızlığını meydan okur. Evrenin belirgin bir başlangıcı olup olmadığı ya da sonsuzluğa mı uzandığı sorusu ne olursa olsun, insan bilincinin fenomeni eşsiz ve rakipsizdir.
Kosmik tiyatroda yalnızca gözlemciler olarak, insanlar bir bilincin ardında belirir, kısacık bir süre kalır ve ardından iz bırakmadan solup gider. Bu, bir kişinin bir çiçek bahçesinde dolaşıp çeşitli çiçekleri toplamasına benzer. Bu varoluş bahçesinde hem çiçekler hem de insanlar solup gider, yokluğun geniş sonsuzluğuna doğru birleşir.
İnsan bilincinin bu geçici doğası, varlığımızın kökeni, amacı ve kaderi hakkında derin sorular ortaya çıkarıyor. İnsanlığın, yokluktan ortaya çıkıp bilincin dansını yaşadığı ve sonunda yokluğun sınırsızlığında çözüldüğü bir yer olarak ortaya çıkır.
İnsan bilinci evrenin gizemlerine, nüfuz eden bir ışık oku gibi, karanlığın bağrını yarıp evreni parlatmağa götüren derin bir güç gibi görünmektedir.
2010
#OğuzTürk
Göbeğinden Nereye Bağlıysan, Beyinden de Oraya Bağlısın,
Göbeğinden Nereye Bağlıysan, Beyinden de Oraya Bağlısın,
#OğuzTürk
Bizim "Göbeğinden nereye bağlıysan, beyinden de oraya bağlısın" sözümüz, insanın fiziksel ve zihinsel bağlantılarının önemini vurgular. Bu kuram, varoluşumuzun biyolojik, psikolojik ve siyasi boyutlarını derinlemesine anlamamıza olanak sağlar. Beden ve zihin arasındaki bu bağı, felsefi ve siyasi perspektiften inceleyerek, insan doğasının ve düşünce yapısının nasıl şekillendiğini anlata biliyoruz.
Göbek bağı, doğumdan itibaren insanın annesiyle olan ilk fiziksel bağıdır ve yaşamımızdaki ilk ilişkileri sembolize eder. Bu fiziksel bağ, bireyin zihinsel yapısını da şekillendirir. Beyin, çevreden aldığı uyarılarla gelişir ve bu uyarılar, düşünce sistemimizi ve duygusal yapımızı belirler. Psikolojik açıdan, aile ve sosyal çevre, bireyin kimlik ve güven duygusunu inşa eder. Aile içindeki duygusal bağlar, bireyin sağlıklı bir zihin ve ruh hali geliştirmesine katkıda bulunur.
Felsefi açıdan, insanın biyolojik ve psikolojik yapısının birbirine bağlı olması, bireyin öznel deneyimlerinin ve düşünce biçimlerinin bir ürünüdür. Bireyin kendini ve çevresini algılayışı, doğrudan bu bağların etkileşimiyle şekillenir. Bu bağlamda, Descartes'ın "düşünüyorum, öyleyse varım" ifadesi, zihnin ve bedenin ayrılmaz bir bütün olduğunu vurgular.
Siyasi açıdan, bir insanın toplumsal ve politik bağlantıları da varoluşsal öneme sahiptir. Birey, doğduğu toplumun politik yapısından, ideolojilerinden ve hükümet politikalarından etkilenir. Siyasal ideolojiler, bireyin düşünce yapısını ve toplumsal davranışlarını şekillendirir. Michel Foucault'nun biyopolitika kavramı, bireyin bedeninin ve zihninin siyasi güçler tarafından nasıl kontrol edildiğini ve yönlendirildiğini açıklar.
Demokratik bir toplumda yetişen bireyler, özgürlük, eşitlik ve adalet gibi değerleri benimserken, otoriter bir rejimde yetişen bireyler, farklı bir dünya görüşü ve değerler sistemi geliştirir. Bir siyasi insan, beslendiği ideolojik kaynaklardan etkilenerek görüşlerini oluşturur. Bu nedenle, bireyin siyasi düşünceleri, bağlı olduğu toplumsal ve politik yapılar tarafından şekillendirilir. Antonio Gramsci'nin hegemonya teorisi, toplumdaki egemen sınıfın, bireylerin düşünce ve davranışlarını nasıl etkilediğini açıklar.
"Göbeğinden nereye bağlıysan, beyinden de oraya bağlısın" sözümüz, insanın fiziksel, zihinsel, duygusal ve siyasi bağlantılarının birbirinden ayrılamaz bir bütün olduğunu vurgular. Biyolojik ve psikolojik bağlar, bireyin düşünce yapısını ve duygusal sağlığını şekillendirirken, siyasi bağlar da bireyin politik görüşlerini belirler. İnsan doğasının bu karmaşık yapısını anlamak, bireyin toplumsal ve siyasal bağlamdaki yerini ve etkisini kavramamıza yardımcı olur. Bizim bu bütüncül yaklaşımımız, insan varoluşunun derinlemesine anlaşılmasını sağlar ve bireyin kendini ve dünyayı algılama biçimini şekillendirir.
2018
#OğuzTürk
Savunmasızlığın Dili
Savunmasızlığın Dili
Oğuz Türk
Anadil dışında bir dil bilmek, genellikle önemli bir değer olarak kabul edilir. Farklı kültürlere kapılar açar, hoşgörüyü artırır ve dünya çapında bir bakış açısı geliştirir. Ancak bu olumlu yaklaşım, işgal altındaki toplumlar için köklü bir değişim geçirir. İşgalcinin dili ile işgal edilenin dili arasındaki güç dengesi, burada belirleyici olur.
İşgalcinin dili resmî dil olarak dayatıldığında, derin bir değişim başlar. Dil sadece bir iletişim aracı olmaktan çıkar, aynı zamanda kültürel bir öğreti aracı hâline gelir. Eğitim, tarih ve düşünce aracılığıyla, işgalcinin anlatısı işgal edilen halkın bilincine işler ve bu süreç, kimliklerin zamanla silinmesine yol açar. Nesiller geçtikçe, bu süreç bir zamanlar işgal edilen halkı tanımlayan farkların ortadan kalkmasına, işgalci ile işgal edilen arasındaki sınırların bulanıklaşmasına neden olur.
Güney Azerbaycan örneği, bu olgunun güçlü bir göstergesidir. Kaçar İmparatorluğu’nun 1925’te çöküşünden sonra, İran hükûmeti Farsçayı resmî dil olarak zorunlu kıldı. Bu dil dayatması, Fars kültürünü ve tarihini yüceltirken, Azerbaycan Türklerinin özgün kimliğini sistemli bir şekilde yok etmeye başladı. Bir zamanlar kendi dili, müziği ve gelenekleriyle zengin olan bu kültür, işgalcinin anlatısının gölgesinde kalmış durumdadır.
Bugün, neredeyse yüz yıl sonra, bu dilsel tahakkümün sonuçları oldukça açıktır. Birçok Azerbaycan Türkü artık kendisini İranlı olarak tanımlamaktadır, çünkü Fars diliyle aldıkları eğitim, onları işgalcinin kültür ve düşünce yapısına içselleştirmiştir. Özellikle dikkat çekici olan nokta şudur: İrancılık ve Fars şovenizmini savunanların neredeyse tamamı etnik olarak Güney Azerbaycan kökenlidir. Farsça eğitim aldılar, dili benimsediler ve Fars kültürünü öven eserler üretirken, kendi miraslarını göz ardı ettiler. Bu, derin bir ironi yaratır: Kendi kültürlerini koruması gerekenler, onun yok edilmesine hizmet eden kişiler hâline geldiler. Bir sözde, onlar milletler zindanı olan İran’ın gardiyanları oldular.
Bu durum önemli bir içgörü sağlar: İşgalcinin dilini bilmek, insanları savunmasız hâle getirebilir. Kişi, egemen kültürle etkileşime girdiğinde—edebiyatını okuduğunda, tarihini özümsediğinde ve okullarda öğretilen düşünce sistemlerini kavradığında—asimilasyon riski ortaya çıkar. İşgalcinin dili, kişinin kendini egemen anlatı içinde ait hissetmesine neden olurken, onu kendi kültüründen ve tarihinden uzaklaştırır.
Bu bağlamda Farsça, Güney Azerbaycan’da “savunmasızlığın dili” hâline gelmiştir. Bu dil, işgalcinin dünya görüşünü kabul etmeye yönelik bir kültürel ve zihinsel esneklik yaratarak, insanları kendi miraslarından uzaklaştırır. Bu dili benimseyen kişiler, farkında olmadan kendi kültürlerini silen bir düzeni devam ettirirler.
Bu olgu, dilin daha geniş bir gerçekliğini açığa çıkarır: Dil, nötr bir araç değildir; düşünceyi, kimliği ve kültürel bağlılığı şekillendiren güçlü bir varlıktır. İşgal altındaki bölgelerde dil, kimlik ve özgürlük mücadelesinin sürdüğü bir savaş alanına dönüşür. İşgalcinin dilinin dayatılması, kültürel bir yok oluşa, dilsel bir sömürgeleşmeye neden olur ve işgal edilen halk, kendisini yabancı anlatıların içinde kaybeder.
Düşüncemizce, savunmasızlığın dili bir paradoks doğurur. Başka bir dili bilmek, bireylerin yaşamlarını zenginleştirip kültürler arası anlayışı artırırken, işgal bağlamında öz kimliğin silinmesi riskini de taşır. Kültürel kimlikleri koruyabilmek için dilin bu çift yönlü doğasını kavramak önemlidir—bağ kurma gücü ile tahakküm etme potansiyelini aynı anda taşır. Bu dinamiği anlamak, insanlığın zengin dokusunu oluşturan farklı kültürlerin korunması için büyük bir öneme sahiptir.
Oğuz Türk
2018
Dilsel İkililik
Dilsel İkililik
Oğuz Türk
Dil, insan deneyimi ve anlayışını şekillendiren derin bir araçtır, ancak insan bilişi ve etkileşiminin karmaşıklığını yansıtan farklı seviyelerde işler. Dilin kavramsallaştırılmasında ikiye ayrılmayı öneriyorum: biri temel iletişim ihtiyaçlarını karşılayan, diğeri ise özellikle felsefe ve bilim alanlarında üst düzey düşüncenin ortaya çıkmasını sağlayan bir biçim.
Dilsel yapıların ilk biçimi, hayvanlar âleminde gözlemlenen ilkel iletişim yollarına benzetilebilir. Bu dil yapısı, esasen işlevseldir ve ticaret, beslenme ve sosyal etkileşim gibi gündelik ilişkileri kolaylaştırır. Sınırlı bir sözcük dağarcığıyla, anlık ihtiyaç ve deneyimlerin ifade edilmesine yeterlidir. Bu açıdan bakıldığında, insan dışı hayvanların sesler, jestler veya feromon ipuçlarıyla temel bilgiyi ilettikleri işaret sistemlerine benzer ve daha derin bir anlamsal etkileşim gerektirmez.
Buna karşılık, dilin ikinci biçimi yalnızca işlevsel iletişimin ötesine geçer; karmaşık düşüncelerin ve anlamların yaratılmasını ve ifade edilmesini içerir. Bu üst düzey dil, felsefi söylemler ve bilimsel araştırmaların zengin dokusunda ortaya çıkar ve diyalog ile diyalektik bu süreçte kritik bir rol oynar. Bu bağlamda dil, yalnızca fikirleri belirlemekle kalmaz, aynı zamanda onları yükseltir ve inceltir. Diyaloğun dinamik etkileşimi sayesinde yeni kavramlar doğar ve mevcut fikirler sıkı bir incelikle geliştirilir. Bu süreç, bilginlerin katılımıyla düşüncenin kademeli olarak yükseldiği, kendini sürekli besleyen bir döngüdür.
Dolayısıyla, her iki dil biçimi de önemli roller oynarken, işlevleri doğası gereği farklıdır. İlkel dil, öncelikle temel iletişim aracı olarak hizmet ederken, üst düzey dil anlamın ve anlayışın derinlemesine yaratılmasını sağlar. Bu ayrım, gelişmiş dilin gerçekliği şekillendirme ve varoluşun karmaşıklıklarını anlamada benzersiz bir yeteneği olduğunu ortaya koyar.
Ludwig Wittgenstein gibi filozoflar, dilin dünyayı anlama üzerindeki merkezi rolünü açıklamışlardır. Wittgenstein, dilimizin sınırlarının, dünyamızın sınırlarını belirlediğini öne sürerek dil ve anlam yaratma arasındaki temel ilişkiye vurgu yapmıştır. Benzer şekilde, Jürgen Habermas, iletişimsel eylemin karşılıklı anlayışı teşvik ettiğini ve bilgi ile sosyal gerçekliğin gelişimini sağladığını savunur. Noam Chomsky’nin dilbilgisi kuramları, dilsel yapı ile bilişsel yapılar arasındaki derin bağlantıyı açığa çıkararak, zihinsel çerçevelerimizin soyut fikirleri iletmek için dili nasıl kullandığımızı şekillendirdiğini göstermektedir.
Ayrıca, Steven Pinker, dilin evrimsel boyutlarına dikkat çekmiş ve dilin karmaşıklığının daha yüksek bilişsel işlevler için vazgeçilmez olduğunu öne sürmüştür. Bu bakış açısı, dilin karmaşıklığı arttıkça soyut düşünce ve karmaşık akıl yürütme kapasitemizin de arttığı fikriyle örtüşmektedir.
Bana göre, dilin ikili doğasına yönelik bir anlayış, felsefe ve bilimdeki pedagojik yaklaşımlarımızı zenginleştirir. Dilin farklı işlevlerini tanıyarak, insan düşüncesini şekillendirmede ve bilgi üretimindeki rolünü daha derinlemesine kavrayabiliriz.
Oğuz Türk
2023
Yahudi, Hristiyan ve İslam Takvimlerinin Bilim Dışılığı
Yahudi, Hristiyan ve İslam Takvimlerinin Bilim Dışılığı
Oğuz Türk
İnsan uygarlığı, varlığı düzenleme çabasında her zaman takvimlere dayandı. İnsan, hayatı yapılandırmak, tarihi kaydetmek ve toplumsal etkinlikleri düzenlemek için takvimi yarattı. Ancak en yaygın kullanılan üç takvim—Yahudi, Hristiyan ve İslam takvimleri—gerçeklere değil, doğrulanamayan, efsanevi olaylara dayanıyor. Bu takvimler, kültürel bağlılıklar ve inançlarla derin bir şekilde bağlanmış durumdadır. Görüşümce, bu inançlar ise bilimsel anlayışa tamamen karşıdır
Bu durum önemli bir soruyu gündeme getiriyor: İnsanlar gerçeklikle yüzleştiklerinde bile neden yaşamlarını kanıtlanmış yanlışlıklar üzerine kurmaya devam ederler? Bu yazıda sadece bu takvimlerin bilimsel hatalarını değil, aynı zamanda kültürel sürekliliği sürdürmek adına insanın gerçek olmayanı kabul etmeye yatkınlığını da incelemeğe çalışıyorum. Ben bilimin doğanın sırlarını aydınlattığı bir çağda, insanlığın artık mitlere dayalı takvimleri terk edip, doğruluğu kabul edilen bir sisteme yönelmesi gerektiğini savunuyorum.
Yahudi Takvimi: Mistik Bir Yaratılış
Şu an 5784. yılı işaret eden Yahudi takvimi, Adem ve Havva’nın yaratılışına dayanmaktadır—insanlığın başlangıcı olduğu iddia edilen bir anlatı. Bilimsel olarak, bu iddia savunulamaz. Modern evrimsel biyoloji, insanların milyonlarca yıl süren bir süreçte evrimleştiğini tartışmasız bir şekilde ortaya koymuştur. Dinsel metinlerde tasvir edilen şekliyle iki insanın birdenbire yaratılması biyolojik olarak imkânsızdır.
Yine de, bu doğrulanamayan ve bilimsel olarak olası olmayan öykü, tüm bir zaman ölçüm sisteminin temelini oluşturuyor. Felsefi olarak, zamanı—hayatlarımızı yöneten yapıyı—bir efsaneye dayandırmanın anlamı nedir? Zaman gerçeğin bir yansımasıysa, yanlışlık üzerine kurulu bir takvim de yanlış olmalıdır. Takvim sadece günleri ölçen bir araç değil; gerçeği nasıl anladığımızın bir yansımasıdır. Böyle bir aracı efsane üzerine inşa etmek, gerçeklik algımızı çarpıtır ve dünyayı anlamamızı engeller.
Hristiyan Takvimi: Kurguya Dayalı Başlangıçlar
Geniş ölçüde kullanılan Gregoryen takviminin temeli olan Hristiyan takvimi, İsa Mesih’in doğumuna dayanır. Yahudi takvimi gibi bu da doğrulanamayan iddialara dayanmaktadır. İsa Mesih’in, dinsel metinlerde tarif edilen haliyle, gerçekten yaşadığına dair bilimsel bir kanıt yoktur. Üstelik doğum tarihi geleneksel olup, tarihsel gerçeklere dayanmaz; ne arkeolojik ne de belgesel bir destek bulundurur.
Felsefi olarak, bu durum daha geniş bir meseleye işaret eder: İnsanların kültürel kurguları temel gerçekler olarak kabul etme eğilimi. Gerçek olmayan bir olaya dayalı bir takvimi yaşatmak, toplumsal bir yanılsama yaratmaktır. Toplum bu kurmacayı sadece gelenek olduğu için sürdürebilir mi? Gerçek bilindiği halde, mite bağlı kalmak entelektüel dürüstlükten bir sapma değil midir? Gregoryen takvim, yanlışlarını düzeltmek için reformlardan geçmiş olsa da, temeli hala tarihsel olmayan bir olaya dayanmaktadır.
İslam Takvimi: Doğrulanamayan Hicret
İslam takvimi, Muhammed Peygamber’in Mekke’den Medine’ye göçü olan Hicret ile başlar. Diğer takvimler gibi, bu olay da tarihsel olarak belirsizdir. Muhammed’in hayatıyla ilgili en eski kayıtlar, anlatılan olaylardan yüzyıllar sonra ortaya çıkar, bu da güvenilirliklerini ciddi şekilde sorgulamaya neden olur. Üstelik İslam takviminin ay döngüsüne dayalı olması, onu Dünya’nın güneş döngülerinden daha da kopuk hale getirir, doğanın ritmiyle uyumsuz bir sistem ortaya çıkarır.
Burada daha derin bir felsefi ikilemle karşılaşıyoruz. Gerçekleşmemiş olabilecek olaylara göre zamanı ölçmek ne anlama gelir? Doğrulanamayan bir olay üzerine kurulu bir takvimle yaşamak, kendini kandırmanın bir biçimidir. Zaman, inancın değil, gerçeğin bir yansıması olmalıdır; ancak takvim, mitlerin sürdürülmesinin bir aracı haline gelir.
Yanlışların Sürekliliği
Bu takvimler, gerçeklikle böylesine kopuk olmalarına rağmen neden hâlâ varlıklarını sürdürüyorlar? Cevap, gerçeklerde değil, insan doğasında yatıyor. İnsanlar, kimliklerini ve dünya görüşlerini şekillendiren kültürel anlatılara derinden bağlıdırlar, bu anlatılar doğrulanabilir olmasa bile. Yanlışları kimlik ve gelenek adına kabul etme eğilimi, inanç ve bilgi arasındaki, mit ve bilim arasındaki derin bir felsefi çatışmayı yansıtır.
Bu anlamda, takvimler yalnızca zaman ölçme araçları değildir; insanın kültürel uyumu, bilimsel gerçeklerin önüne koyma eğiliminin simgeleridir. Ancak bizler, akıl sahibi varlıklar olarak bildiğimiz sistemleri sürdürebilir miyiz? Yaşamlarımızı doğru olanla uyumlu hâle getirme konusunda ahlaki bir zorunluluğumuz yok mu?
Evrensel, Bilimsel Bir Takvim
Bu dinsel takvimlerin hatalı temelleri göz önüne alındığında, insanlığın evrensel, bilimsel bir takvime yönelmesi gerektiği açık. Dünya’nın güneş etrafındaki dönüşüne ya da daha hassas ölçümler olan atom saatlerine dayanan bir takvim, doğanın gerçekleriyle uyumlu olacaktır. Böyle bir sistem, kültürel ve dinsel ayrılıkları aşarak gerçeği geleneklerin önüne koyan ortak bir çerçeve sağlayacaktır.
Felsefi olarak, bilimsel bir takvime geçiş, aklın mitin üzerine çıkışını, gerçeğin kurguya üstün gelişini temsil eder. Bu, insanlığın geleneklerin değil, doğanın yasalarına uygun yaşama kararlılığını yansıtır. Evrensel ve bilimsel bir takvim, sadece daha doğru değil, aynı zamanda insanlığın bilimsel akılcılığı efsanelerle değil gerçeklerle yaşatmasının bir simgesi olacaktır.
Zamanı Gerçeklik ile Ölçmek
Yahudi, Hristiyan ve İslam takvimleri doğrulanamayan mitler üzerine kuruludur, ama hâlâ insan hayatlarını şekillendirmeye devam ederler. Bu yanlışların sürekliliği, insanların rahatlatıcı kurmacaları rahatsız edici gerçekler karşısında tercih etme eğilimini yansıtır. Ancak bilimsel anlayışın derinleştiği bir çağda, bu eski sistemleri bir kenara bırakmanın vakti geldi. Zamanı ölçme araçlarımız mitlerden değil, doğanın gerçeklerinden yola çıkmalıdır. Evrensel, bilimsel bir takvim benimseyerek insanlık zaman anlayışını gerçeklikle uyumlu hâle getirebilir ve böylece kendisini tarihin yanılsamalarından kurtarabilir.
Oğuz Türk
2024
Gineleme (Tekrar) Beyni Öldürür,
Gineleme (Tekrar) Beyni Öldürür,
#OğuzTürk
Gineleme (Tekrar), insan yaşamının temel bir parçasıdır, ancak beynin eleştirel düşünme, yeni bağlantılar kurma ve dünyayla anlamlı bir şekilde etkileşim kurma yeteneğini azaltarak yıkıcı etkiler yaratır. Bir kişi, ister dini, ister toplumsal ya da endüstriyel olsun, ginelemeğe (tekrar)a ne kadar çok maruz kalırsa, beynin yenilik üretme, haksızlığa karşı direnme, meydan okuma, isyan etme, sorgulama ya da gelişme yetisi o kadar azalır. Bize göre, ginelemenin (tekrar)ın zararsız ya da gerekli gibi görünse de aslında dini kurumlar, kapitalist yapılar, tüketim kültürü ve baskıcı rejimler tarafından bir kontrol aracı olarak kullanılmaktadır. Bu sistemler, sürekli gineleme (tekrar) yoluyla beynin eleştirel düşünme kapasitesini azaltarak bireyleri edilgen, uyumlu ve kolayca yönlendirilebilir hale getirir.
Dinsel Gineleme (Tekrar): Uyuşmuş Bir Beyin,
Birçok dinî gelenekte, gineleme (tekrar) uygulamanın merkezinde yer alır. Örneğin İslam’da, namaz günde beş kez aynı surelerin, hareketlerin ve duruşların tekrarıyla kılınır. Bu gineleme (tekrar), disiplin ve bağlılık kazandırmayı amaçlasa da, daha derin bir düzeyde, bağımsız düşünmeyi köreltir. Daha uç örnekler ise daha çarpıcıdır; din adamları, takipçilerine kişisel sorunlarını çözmek ya da rahatsızlıklarını iyileştirmek için belirli duaları ya da ayetleri yüzlerce, bazen binlerce kez tekrarlamalarını öğütler. Bu durumlarda din, bir aydınlanma ya da kişisel gelişim yolu olmaktan çıkar ve bir kontrol aracı haline gelir. Eleştirel düşünme ihtiyacını öldürerek, körü körüne bağlılık ve merakın körelmesinw yol açar.
Friedrich Nietzsche, dini, kitleleri kontrol etmek için kullanılan en derin araçlardan biri olarak eleştirir. Özellikle gineleyici (tekrar)layıcı ibadet eylemlerini gerektiren dinî öğretilerin, bireyin iradesini zayıflattığını savunur. Birey, büyüklük peşinde koşmak yerine, topluma ve takipçi rolüne teslim olur. Nietzsche’nin Übermensch (Üstinsan) kavramı, bu gineleme (tekrar)-indüklenmiş uyumun tam karşısında durur. Üstinsan, toplumsal normları ve gineleyici (tekrar)layıcı gelenekleri aşarak, yaratıcı düşünce ve kendini aşma yoluyla kendi yolunu ve değerlerini şekillendirir.
Dini bağlamda gineleme (tekrar), beynin spritüel uygulamayı mekanik bir egzersize indirgemesine neden olur. Beyin, inancın ya da kişisel inançların derin anlamlarıyla meşgul olma ihtiyacı duymaz, çünkü boş ritüelleri tekrarlamakla meşguldür.
Görüşümüzce, ‘dini bir beyin’ ölü bir beyindir. Dini beyin güc odağına uyumlu, itaatkâr ve iktidardaki kişiler tarafından, ister din adamları isterse genel sistem olsun, kolayca yönlendirilebilen bir beyindir.
Kapitalist-Tüketici Toplumda Gineleme (Tekrar)
Dinsel yapılar, kitleleri kontrol etmek için gineleme (tekrar) kullanımında yalnız değildir. Kapitalizm, özellikle tüketici biçiminde, bireyleri edilgen tüketicilere dönüştürmek için gineleme (tekrar) üzerine yoğun şekilde dayanır. Reklamlar, beyne sürekli gineleme (tekrar) eden mesajlar ileterek, onu belirli ürünleri mutluluk, kimlik ya da toplumsal statü ile ilişkilendirmeye zorlar. Bu gineleme (tekrar), bireylerin bilinçli kararlar alma yetisini öldürür. Onlar, düşünmeden tüketmeye koşullanmışlardır ve beyin, karar alma sürecinde aktif bir ajan yerine pasif bir alıcı haline gelir.
Toplum bilimci Pierre Bourdieu’nün habitus kavramı, toplumsal normların ve uygulamaların bireyler üzerinde ginelemeli (tekrar)lı maruz kalma yoluyla nasıl kökleştiğini açıklar. Gineleme (Tekrar) yoluyla bireyler, toplumsal değerleri ve rollerini sorgulamadan kabullenmeye şartlanır. Kapitalist bir toplumda tüketim, bir tür habitus haline gelir. Ginelenen (Tekrar)lanan reklamlar ve tüketim, beynin eleştirel düşünme yetisini köreltir. Tüketici, beynin yeni bağlantılar kurmasını ya da yeni fikirler keşfetmesini engelleyen bir duruma girer. Bu durgun zihinsel durum, güçlülerin yararına çalışır.
Endüstriyel Gineleme (Tekrar): ‘Modern Zamanlar’ Örneği
Charles Chaplin’in ikonik filmi Modern Zamanlar, endüstriyel ginelemenin (tekrar)ın bireyleri nasıl insanlıktan çıkardığını ve onları makinenin dişlileri haline getirdiğini mükemmel şekilde gösterir. Filmde, Chaplin’in karakteri bir üretim bandında çalışır, sürekli aynı sıkıcı görevleri gineler (tekrar) eder. İşin monotonluğu, ginelenen (tekrar) eden hareketler ve yaratıcı katılım eksikliği, onu kendi başına düşünemeyen mekanik bir varlığa dönüştürür. Bu endüstriyel gineleme (tekrar), yalnızca fabrika işçiliğinin bir eleştirisi değildir; aynı zamanda ginelemenin (tekrar)ın zihinsel gücü ve insan bağını nasıl öldürdüğünün bir metaforudur.
Benzer bir şekilde, askeri eğitim de gineleme (tekrar) yoluyla bireyleri şartlandırır. Emirlerin, talimatların ve rutinlerin ginelemeleri (tekrar)ı, askerleri düşünmeden hareket etmeye şartlandırır, onları yalnızca ‘öldürme makineleri’ haline getirir. Emirlerin ve eylemlerin ginelemeleri (tekrar)ı, beynin emirlere itiraz etme ya da eylemlerinin ahlakını sorgulama yetisini öldürür. Bu şartlandırma, son derece etkili ama nihayetinde insanlıktan çıkmış ve uyumlu bir birey yaratır. Bu tür bireyler, otoriter rejimler ya da hiyerarşik sistemler için biçilmiş kaftandır.
Baskıcı Rejimlerde Gineleme (Tekrar)
Eski Sovyetler, Kuzey Kore ve Çin gibi baskıcı rejimler, halklarını kontrol etmek için gineleme (tekrar) kullanımına büyük ölçüde dayanır. Yurttaşlar, ideolojik ilkelerin ginelemesi (tekrarı) ya da devlete bağlılık gösterileri gibi sürekli olarak ginelenen (tekrar) eden eylemlerde bulunmak zorundadırlar. Bu gineleme (tekrar), halkın hükümet ya da politikaları hakkında eleştirel düşünme kapasitesini öldürmek için tasarlanmıştır. Bireyleri aynı eylemleri, sözleri ve inançları ginelenerek (tekrar tekrar) yaptırarak, baskıcı rejimler uyumlu ve statükoya meydan okuyamayan bir köleleşmiş ve koyunlaşmış nüfus yaratır.
George Orwell’in 1984 adlı eseri, totaliter bir devlette ginelemenin (tekrar)ın tehlikelerini canlı bir şekilde betimler. Romanda hükümet, “Savaş barıştır” ve “Özgürlük köleliktir” gibi ginelenen (tekrar) eden sloganlar kullanarak halkı çelişkili düşünceleri kabul etmeye şartlandırır. Bu sloganların sürekli ginelenmesi (tekrar)ı, beyinlerin bu tür ifadelerin saçmalığını fark etme yetisini öldürerek, bireylerin rejimin kontrolüne karşı koyamamasına neden olur. Roman, ginelemenin (tekrar)ın totalitarizmin bir aracı olarak kullanılabileceğinin ve beynin bağımsız düşünme ve eylem kapasitesini nasıl azalttığının güçlü bir uyarısıdır.
Felsefi ve Nörolojik Yaklaşımlar
Nietzsche ve Orwell gibi düşünürler uzun zamandır ginelemenin (tekrar)ın tehlikelerini dile getirmiştir. Ancak modern nörolojik çalışmalar, ginelemenin (tekrar)ın zararlı etkilerine dair daha fazla kanıt sunmaktadır. Özellikle ezber ya da mekanik eylemlerle ilgili tekrarlar, beynin yeni bağlantılar kurma ve yeni deneyimlere uyum sağlama yetisi olan nöroplastisitenin azalmasına yol açar. Nörologlar, özellikle zihinsel katılım gerektirmeyen ginelenen (tekrar) eden görevlerin, beynin durağanlaşmasına neden olduğunu tespit etmişlerdir. Bu, özellikle işyerinde, tekrar eden görevlerin tükenmişlik ve zihinsel yorgunluğa yol açtığı, beynin yenilik ve sorun çözme kapasitesini azalttığı durumlarda belirgindir.
Buna karşılık, yaratıcı uğraşlar, sorun çözme ya da eleştirel düşünmeyi teşvik eden etkinlikler, nöroplastisiteyi artırır ve beynin büyümesine ve uyum sağlamasına olanak tanır. Beynin durağanlaşmasına yol açan ginelenen (tekrar) eden görevlerden kaçınarak, bireyler modern toplumun beyni öldüren etkilerine karşı koyabilirler.
Görüşümüzce, gineleme (tekrar), ister dini uygulamalarda, ister tüketici kültüründe, endüstriyel işlerde ya da baskıcı rejimlerde olsun, kitleleri kontrol etmek için güçlü bir araç olarak hizmet eder. Beynin eleştirel düşünme, yaratıcılık ve bağımsız hareket etme kapasitesini öldürür. Nietzsche ve Orwell gibi düşünürler, ginelemenin (tekrar)ın bireyin insanlığını nasıl ortadan kaldırdığını anlamışlardır. Felsefi ve nörolojik açıdan, gineleme (tekrar) beyini öldürür. Ginelemenin (tekrar)ın kör döngüsünü aşmak, zihnin özgürlüğüne ve insan olmanın tam anlamıyla farkına varmaya giden yoldur.
*Bu yazıda Arapça (Tekrar) sözü yerine (Gineleme) sözünü üretip kullanmışız.
Oğuz Türk
2021
Güney Azərbaycan və Kortizol,
Güney Azərbaycan və Kortizol,
Təziye Üzərində Qurulan İşqalçılıq: Güney Azərbaycan Üzərində Nöroloji, Psixoloji və Sosial-Siyasi Təsirləri:
#ÖğuzTürk
Tarix boyu işqalçı rejimlər işqal etdikləri millətləri idarə etmək üçün onların kütləvi duyğularından istifadə etmişlər. Davamlı kədər, qorxu və hüzünlü mühiti yaratmaqla dövlət, insanları bugünkü sosial-siyasi reallıqlardan uzaqlaşdıraraq tarixi hadisələrə yönəldir və beləliklə itaəti təmin edir. Bu hal, Orta Çağ Katolik Avropasında olduğu kimi, müasir İranın, xüsusən də Şiə əksəriyyətli Güney Azərbaycan bölgəsində də görünməkdədir. Hər iki sistem dini kədər dolu hekayələrdən istifadə edərək kütləvi emosional tabeçiliyi təmin edir. Bu təhlil belə siyasətin nöroloji, psixoloji və sosial təsirlərini araşdıraraq, Güney Azərbaycan üzərindəki nəticələrinə fokuslanır.
Uzunmüddətli Kədər və Stresin Beyinə Təsiri
Nöroloji baxımdan, uzun müddətli kədər, travma və stress beynin kimyasını dəyişdirir. Dini yas dövrlərində davamlı yaşanan qəm-qüssə beynin kortizol səviyyələrini artırır və zaman keçdikcə yaddaş, qərar qəbul etmə və emosional tənzimləmə kimi əqli funksiyalara mənfi təsir göstərir. İran rejimi, Orta Çağ Katolik Kilsəsi kimi, milli təqvimə kədər dövrlərini daxil etmişdir. İlin təxminən iki yüz günü ya İmam Hüseyn, ya da digər şiə şəxsiyyətlərinin xatirəsi ilə bağlı yaslarla keçir.
Bu yas mərasimləri zamanı insanlar özlərinə vurur, sinələrinə döyür və başlarını yaralayırlar. Bu davranışlar beyindəki stress reaksiyasını daha da aktivləşdirir. Davamlı yüksək kortizol səviyyələri insanları xarici təsirlərə qarşı daha həssas edir və onların tənqidi düşünmə qabiliyyətlərini zəiflədir. Nəticədə, insanlar davamlı kədər və itaət dövrünə daxil olur və hakimiyyəti sorğulama və ya cari sosial problemlərlə məşğul olma bacarığı zəifləyir.
Psixoloji Təsirlər: Kədər və Günah Hissinin İçselleşməsi
Psixoloji baxımdan, İran dövləti tərəfindən tətbiq edilən bu institutsional kədər, Orta Çağ Katolik Kilsəsinin günah hissi mexanizmləri ilə oxşardır. Hər iki halda da, insanlar tarixi dini faciələrdən məsul olduqlarına inandırılır. Xristian Avropasında İsa peyğəmbərin çarmıxa çəkilməsi, Şiə inancında isə İmam Hüseynin şəhidliyi insanların günah hissini dərinləşdirən hekayələrdir. Yas mərasimlərində iştirak etmək insanlara öz günahlarından təmizlənmə fürsəti verir.
Bu günah və qəm-qüssə hissi zamanla mazoxizmə çevrilir; insanlar öz indiki acılarını görməzlikdən gələrək tarixi hadisələrə yönəlirlər. Bu günahkar emosional vəziyyət hökumətin toplumsal nəzarətini davam etdirməsinə imkan yaradır, çünki vətəndaşlar öz maddi və siyasi şərtlərini sorğulamaq əvəzinə dini vəzifələrinə diqqət yetirirlər.
Sosial Təsir: Dövlətin Təşkil Etdiyi Kədərin Siyasi İdarəetmə Aləti Kimi İstifadəsi
Güney Azərbaycanda kədər üzərində qurulan idarəetmənin sosial nəticələri çox dərin və təsirli olmuşdur. İran hökuməti kütləvi yas mərasimlərini təşkil edərək dini qurumlar və dövlət mexanizmlərindən istifadə etməklə bu kədər mədəniyyətini qoruyub saxlayır. Milli təqvim, müxtəlif imamların, ailə üzvlərinin və digər dini şəxsiyyətlərin xatirəsinə həsr olunmuş günlərlə doludur. Bu günlərdə iş yerləri bağlanır və insanlar yas mərasimlərinə qatılmağa məcbur edilir. Bu halda kollektiv kədər xalqı ortaq bir emosional yük altında birləşdirir, eyni zamanda mövcud haqsızlıqlardan diqqəti yayındırır.
Güney Azərbaycanda bu dövlətin təşkil etdiyi kədər, İran işğalı altında yaşamağın acı reallıqlarından qaçmaq üçün güclü bir yayındırıcıdır. Bu bölgə iqtisadi cəhətdən geri qalmış, xalqı yoxsul və siyasi olaraq sıxışdırılmışdır. Azərbaycanlılar öz sosial və iqtisadi çətinlikləri ilə məşğul olmaq əvəzinə yüz illər əvvəl ölmüş imamların yasını tutmağa sövq edilir. Uzun müddətli yas mərasimləri hökumətə qarşı sosial hərəkatları boğaraq xalqın dirənişini zəiflədir. Beləliklə, insanların öz gələcəklərinə dair iradəsi zəifləyir və kollektiv kimlikləri kədər və şəhidlik üzərində qurulur.
Orta Çağ Katolik Avropası ilə Müqayisəli Təhlil
Orta Çağ Katolik Avropası ilə müasir Şiə İranı arasındakı bənzərliklər, kədərin siyasi nəzarət vasitəsi kimi daimi gücünü nümayiş etdirir. Avropada Katolik Kilsəsi İsa peyğəmbərin çəkdiyi əziyyətləri insanlığın günahlarının nəticəsi kimi göstərərək inanclıları davamlı emosional itaət halında saxlamışdır. Eyni şəkildə, İran rejimi də şiə yas mərasimlərindən istifadə edərək xalqı emosional olaraq zəif və diqqətsiz vəziyyətdə saxlayır.
Katolik Kilsəsi günah çıxarma aktını təşviq etdiyi kimi, İran vətəndaşları—xüsusən də Güney Azərbaycanda yaşayan Şiə əksəriyyəti—sinələrinə vurma və özlərinə zərər verməklə bağlılıqlarını və kədərlərini ifadə edirlər. Hər iki konteksdə də xalq dini məfhumlar ətrafında mərkəzləşərək mövcud siyasi strukturları sorğulamaq əvəzinə dini ifadələrlə məhdudlaşırlar.
Güney Azərbaycan Üçün Siyasi Nəticələr
Güney Azərbaycanda İran rejiminin Şiə kədərini manipulyasiya etməsi konkret siyasi məqsədlərə xidmət edir. Bu kədər mədəniyyətini davam etdirərək hökumət, Azərbaycanlıların öz etnik və mədəni kimlikləri ətrafında birləşmələrinin qarşısını alır. Şiə çoxluğuna sahib olan Azərbaycan xalqı həm dini hekayələr, həm də türklük kimliyinin basdırılması ilə ikitərəfli nəzarət altındadır.
Nəticədə siyasi cəhətdən passiv bir cəmiyyət yaranır; tarixi kədər və dini mərasimlərə dalmış xalq öz marjinal vəziyyətlərinə qarşı hərəkət etmir. Bu emosional manipulyasiya İran rejiminin hakimiyyətdə qalmasına və Güney Azərbaycanın iqtisadi və mədəni sıxıntılar altında saxlanmasına imkan verir.
Nəticə: Duyğusal İdarəetmədən Siyasi Azadlığa Doğru
Görüşümüzcə, təziye və Kədər üzərində qurulan işqal və idarəetmənin nöroloji, psixoloji və sosial ölçülərini anlamaq emosional və siyasi azadlıq yolunu açır. Güney Azərbaycan üçün siyasi, milli və duyğusal müstəqilliyi geri qaytarmaq—təhsil, mədəni fəxr və tarixi tənqidi dəyərləndirmə vasitəsilə—işqalcının manipulyasiyasına qarşı çıxmaq üçün vacib addımdır. Kollektiv yaddaş və kədəri itaətin deyil, güc və müqavimətin mənbəyi kimi yenidən çərçivələmək Azərbaycanlıların onları uzun müddət basdıran emosional və siyasi nəzarət quruluşunu dağıtmasına yol açacaqdır.
#OğuzTürk
Güney Azerbaycan Ve Kortizol,
Güney Azerbaycan Ve Kortizol,
#OğuzTürk
Bu yazıda, İran-Fars işgalcılığının Sistematik olarak Taziye Kültürünü Dayatarak Güney Azerbaycan’ı Pasifleştirme Çabalarını inceleyerek, Bu Mekanizmanın Nörolojik, Psikolojik ve Sosyopolitik Etkileri Ve Boyutlarını Anlatmaya çalışacağım;
Tarih boyunca işgalcı rejimler, kitlelerin duygularını kullanarak halkları kontrol etmiştir. Sürekli bir keder, korku ve üzüntü kültürünü besleyerek devlet, dikkatleri mevcut toplumsal ve siyasal gerçeklerden tarihsel olaylara yönlendirir ve böylece itaat sağlanır. Bu olgu, Orta Çağ Avrupa’sındaki Katolik Kilisesi’nde ve günümüz İran’ında, özellikle Şii ağırlıklı Güney Azerbaycan’da gözlemlenmektedir. Her iki sistem de duygusal boyun eğmeyi dayatmak için keder dolu dinsel anlatıları kullanır. Bu inceleme, böylesi uygulamaların nörolojik, psikolojik ve sosyolojik etkilerini ele alarak, İran yönetimi altındaki Güney Azerbaycan’da bu durumun sonuçlarına odaklanmaktadır.
Keder ve Stresin Beyin Üzerindeki Etkisi
Nörolojik açıdan bakıldığında, keder, travma ve stresin uzun süreli maruziyeti beyin kimyasını değiştirir. Dinsel yas dönemlerinde yaşanan sürekli üzüntü, beyindeki kortizol seviyelerini yükseltir ve zamanla hafıza, karar verme ve duygusal düzenleme gibi bilişsel işlevleri zayıflatabilir. İran rejimi, tıpkı Orta Çağ Katolik Kilisesi gibi, ulusal takvime üzüntü döngüleri yerleştirmiştir. Yılın neredeyse iki yüz günü, ya İmam Hüseyin’in ya da diğer Şii şahsiyetlerin yasına ayrılmıştır.
Bu yas ritüelleri sırasında insanlar göğüslerine vurur, kendilerini kamçılar, başlarını yaralar; bu davranışlar beynin stres tepkisini daha da artırır. Sürekli yükselen kortizol seviyeleri, bireylerin dış etkilere karşı daha savunmasız hale gelmesine neden olur ve eleştirel düşünme yetileri zayıflar. Böylece insanlar, sürekli bir üzüntü ve itaat döngüsüne kapılır, otoriteyi sorgulama ya da güncel toplumsal sorunlarla ilgilenme kapasiteleri azalır.
Psikolojik Etkiler: Keder ve Suçluluğun İçselleştirilmesi
Psikolojik olarak, İran devleti tarafından dayatılan bu kurumsal keder, Orta Çağ Katolik Kilisesi’nin suçluluk mekanizmaları ile benzerlik gösterir. Her iki durumda da, bireyler dinsel trajedilerden sorumlu olduklarına inandırılır. Hristiyan Avrupa’da İsa’nın çarmıha gerilmesi, Şii inancında ise İmam Hüseyin’in şehit edilmesi, takipçilerinin suçluluk duygusunu derinleştiren anlatılardır. Bu yasın parçası olmak, bireylere kendi günahlarından arınma fırsatı sunar.
Bu suçluluk ve üzüntü hali zamanla mazoşizme dönüşür; insanlar kendi acılarını görmezden gelerek uzak tarihsel olaylara odaklanır. Bu suçlulukla yoğrulmuş duygusal durum, rejimin toplumsal kontrolünü sürdürmesine olanak tanır, zira vatandaşlar kendi maddi ve politik koşullarını sorgulamak yerine dinsel görevlerine odaklanır.
Toplumsal Boyut: Devlet Onaylı Kederin Siyasi Bir Araç Olarak Kullanılması
Güney Azerbaycan’daki keder temelli kontrolün toplumsal sonuçları derindir. İran rejimi, büyük ölçekli yas törenlerini örgütleyerek, bu üzüntü kültürünü sürekli kılmak için dini kurumlar ve devlet mekanizmalarını kullanmaktadır. Ulusal takvim, çeşitli imamların, aile üyelerinin ve diğer dinsel şahsiyetlerin ölümü anısına ayrılmış günlerle doludur. Bu günlerde işyerleri kapanır, insanlar yas törenlerine katılmaya zorlanır. Böylece toplu keder, halkı ortak bir duygusal yük altında birleştirirken, aynı zamanda güncel haksızlıklardan dikkatleri başka yönlere çeker.
Güney Azerbaycan’da bu devlet kontrollü keder, İran işgali altındaki yaşamın sert gerçeklerinden uzaklaşmaya yarayan güçlü bir dikkat dağıtıcıdır. Bölge ekonomik olarak geri kalmış, halkı yoksul ve siyasal olarak ezilmiştir. Halk, kendi toplumsal ya da ekonomik mücadelelerini dikkate almak yerine binlerce yıl önce ölmüş imamların yasını tutmaya yönlendirilir. Uzun yas dönemleri, rejime karşı toplumsal hareketlerin ortaya çıkmasını da engelleyerek halkın direncini kırmaktadır. Böylece halkın kendi geleceğine dair iradesi zayıflatılır ve toplumsal kimliği üzüntü ve şehitlik üzerine inşa edilir.
Orta Çağ Katolik Avrupa ile Karşılaştırmalı İnceleme
Orta Çağ Katolik Avrupa ile günümüz Şii İran’ı arasındaki benzerlikler, taziye ve kederin siyasal bir kontrol aracı olarak kalıcı gücünü gözler önüne sermektedir. Avrupa’da Katolik Kilisesi, İsa’nın çektiği acıları insanlığın günahlarının sonucu olarak çerçevelemiş ve bu, inananları sürekli bir duygusal boyun eğme durumunda tutmuştur. Benzer şekilde, İran rejimi Şii yas ritüellerini kullanarak halkı duygusal açıdan kırılgan bir durumda bırakmakta ve toplumsal koşullardan uzaklaştırmaktadır.
Tıpkı Katolik Kilisesi’nin günah çıkarma uygulamalarını teşvik etmesi gibi, İran-Fars işgalında olan milletler—özellikle Güney Azerbaycan’daki Şii çoğunluğu—göğüslerine vurma ve kendilerine zarar verme yoluyla bağlılıklarını ve üzüntülerini ifade ederler. Her iki bağlamda da halk, dinsel kefaret üzerine odaklanmaya teşvik edilerek mevcut siyasal yapıları sorgulamak yerine dinsel anlatılara yönlendirilir.
Güney Azerbaycan İçin Siyasi Sonuçlar
Güney Azerbaycan’da İran rejiminin Şii taziye kültürünü ve kederi manipüle etmesinin belirgin siyasi amaçları vardır. Bu sürekli yas kültürünü besleyerek rejim, Azerbaycanlıların kendi etnik ve kültürel kimlikleri etrafında örgütlenmelerini engeller. Şii çoğunluğa sahip Azerbaycan halkı, hem dinsel anlatılar hem de Türklük kimliğinin baskılanması yoluyla kontrol altında tutulur.
Sonuç olarak, toplumsal ve siyasal olarak edilgen bir toplum oluşur; tarihsel üzüntü ve dinsel ritüellerle meşgul olan halk, kendi marjinalleşmelerine karşı harekete geçmez. Bu duygusal manipülasyon, İran rejiminin iktidarını sürdürmesine ve Güney Azerbaycan’ın işgal altında, her yonden olduğu gibi ekonomik olarak geri kalmasına ve kültürel olarak baskı altında tutulmasına olanak sağlar.
Görüşümüzce, Keder ve üzüntü temelli kontrolün nörolojik, psikolojik ve toplumsal boyutlarını anlamak, duygusal ve siyasal kurtuluş için bir yol sunmaktadır. Güney Azerbaycan için, duygusal egemenliği geri kazanmak—eğitim, siyasi ve toplumsal bağımsızlık ilk olarak, kültürel gurur ve tarihle eleştirel bir şekilde yüzleşme yoluyla—rejimin manipülasyonuna karşı direnmenin gerekli bir adımıdır. Toplu hafıza ve kederi teslimiyetin değil, güç ve dayanıklılığın kaynağı olarak yeniden çerçevelemek, Azerbaycanlıların uzun süredir onları ezen duygusal ve siyasal kontrol yapısını parçalamaya başlamasını sağlayabilir.
#OğuzTürk
Kömür mü Yüsür mü?
Gözlerin kömür mü, yüsür mü söyle ,
Kipriğin batır mı, kesir mi söyle ,
گوزلهرین کومور مو یوسور مو سویله،
کیپریگین باتیر می کهسیر می سویله،
Qaşla göz arasından öpsem indi,
Qonça dodaqların küser mi söyle,
قاشلا گوز آراسیندان اوپسهم ایندی،
قونچا دوداقلارین کوسهر می سویله،
Namaza durmuşam içgili gine,
İndi bu günah mı qusur mu söyle,
نامازا دورموشام ایچگیلی گینه،
ایندی بو گناهمی قصور مو سویله،
Zülümden covrdan şikayet etsem,
Ayrılıq poyrazı eser mi söyle,
ظلمدهن جوردان شکایت ائتسهم،
آیریلیق پویرازی اهسهرمی سویله،
Ayrılıq kel kimin gelir üstüme,
Bu yazıq canımı süser mi söyle,
آیریلیق کهل کیمین گهلیر اوستومه،
بو یازیق جانیمی سوسهرمی سویله،
Kimsesiz çaresiz qurbet ellerde,
Bilse düşman bizi basar mı söyle,
کیمسهسیز چارهسیز قوربت ائللهرده،
بیلسه دوشمان بیزی باسار می سویله،
Her gece adını getirsem dile,
Her seher Oğuz’u asar mı söyle!
هر گئجه آدینی گهتیرسهم دیله،
هر سحر ‘’اوغوز’’و آسار می سویله!
Tuesday, April 09, 2024
Hele de,
Hele de sevgilimsin,
Deyib gülürük yuxularımda,
Qonaq gedib gelirik.
Qaşlarından hele de me'raca gedib,
Başının Ka'besine tevaf edirem,
Sağdan sola, soldan sağa.
Burnun hele de uçmağın yolunu gösterir;
Gülüşünün cennetinde,
Gezib tozuruq.
Demek qırx il çileden sonra,
Getdiğin, bilincaltıma hele de enmemiş!
Ya da ki bilincaltım,
Özünü vurur bilmemezliğe...
Subscribe to:
Posts (Atom)