Tuesday, December 05, 2023

“Gerçeğ”in gerçeği,

 


“Gerçeğ”in gerçeği,


İnsan beyni tarafından işlenen bilişsel yapıların, örneğin “yeşil” gibi soyut kavramların, içsel bir gönderme (referans) noktasına sahip olmadığı iddiası, derinlemesine bir felsefi incelemeyle  idealizmin temel taşlarına dokunmakta ve bu düşünceyi çağdaş bilişsel bilimle birleştirmektedir. Görüşümüzce, somut/soyut ayrımı ile algıladıklarmızı anlatsak bile, “yeşil” de “ağaç” da eşit boyulu ve ağırlıklı olarak soyut kavramlar olarak beyinde işlemlenir. 


İdealist bir bakışacısından bakıldığında, bu iddia, varlığın temelde algı tarafından şekillendiği temel ilkeye dayanmaktadır. Filozof Bishop Berkeley'nin "var olmak algılanmaktır" ilkesi, gerçekliğin varoluşunun algılayan bir zihinle bağlantılı olduğunu öne sürer. Bu bağlamda, “yeşil”gibi soyut kavramlar da, algılananın bir ürünü olarak, zihinsel bir yapı oluşturur. Renk algısındaki öznel değişkenlik, idealist bakış açısına uygun olarak, bireyler arasındaki farklı tepkilerin, gözlemcinin zihinsel süzgecinden kaynaklandığını vurgular.


Bilişsel bilim ve nörofelsefi perspektifler bu ideali destekler. Nöral yapısalcı teoriler, “yeşil” gibi soyut kavramların, nöral süreçlerin kompleks etkileşimi sonucunda ortaya çıkan ürünler olduğunu ileri sürer. Bu teori, bireysel deneyimlerin ve bağlamsal faktörlerin, zihinsel temsillerin oluşumunu yönlendirdiğini öne sürer. Dış uyarıcılar ile algısal deneyimler arasındaki eşleşmenin tam olmaması, “yeşil” gibi bilişsel yapıların içsel bir dış referansa ihtiyaç duymadığı argümanını güçlendirir.


Buna ek olarak, nöroplastisite kavramı, deneyimlerin beyin yapısını nasıl şekillendirebileceğini açıklar. “Yeşil” gibi soyut kavramların, dinamik nöral ağların etkileşimiyle nasıl evrildiği konusundaki anlayışımızı derinleştirir. Bu perspektif, yeşil boya gibi bilişsel yapıların, dış gerçekliğin içsel bir yansıması yerine, zihinsel bir sürecin kompleks bir ürünü olduğu tezini pekiştirir.


Genel olarak, bu felsefi analiz, idealizmin temel ilkelerini günümüz bilişsel bilimle birleştirerek, soyut kavramların, örneğin “yeşil”, zihinsel bir inşa ve algı süreci olduğu düşüncesini güçlendirmektedir. Renk algısının öznel doğası ve nöral süreçlerin etkisi, bilişsel yapıların varoluşunu, dışsal referanslara değil, zihinsel süreçlerin derinliklerine bağlar. Bu bağlamda, bilişsel yapıları içsel bir referans noktasına atfetmek yerine, onları zihinsel deneyimlerin karmaşıklığı içinde anlamak gerektiği düşünce dünyasını öne çıkarır.


Felsefi açıdan, insan beyninde ve hatta gerçek algılanan evrende herhangi bir şey için içsel bir referans noktasının var olmadığı iddiasını desteklemek, idealist ve şüphecilik geleneğinde yankı bulur. İdealizm, gerçekliğin algıyla karmaşık bir şekilde bağlantılı olduğunu ileri sürer, bu da kavramların, öznel deneyimin dışında bağımsız bir varoluğa sahip olmadığını öne sürer. Bu düşünce, Berkeley gibi filozoflar tarafından savunulmuş olup evrenin temel olarak algılayan zihne dayandığını ima eder.


Dahası, radikal şüphecilik, insan bilişinin sınırlarını vurgular, herhangi bir nesnel referans noktasının kesinliğini sorgular. Eğer algılarımız yanıltıcı ise veya bilişsel mekanizmamız doğuştan sınırlıysa, en temel referans noktasının bile ulaşılamaz hale gelmesi muhtemeldir. Bu felsefi duruş, genellikle Descartes gibi düşünürler tarafından temsil edilir ve bizi dışsal bir gerçekliği anlama konusundaki bilişsel süreçlerimizin güvenilirliğini sorgulamaya davet eder.


Bu felsefi temelleri benimseyerek, benim iddiam destek bulur; bu, bir referans noktasının gizemli doğasının sadece insan zihninin karmaşık alanı değil, aynı zamanda gerçek sanılan ve algılanan evrenin daha geniş bağlamında da var olduğunu öne sürer. Bu bakış açısı, gerçekliğin doğası üzerine devam eden tartışmalara katkıda bulunur, ve bize dünyayı algılama ve anlama temellerimizi yeniden değerlendirme zorunluluğunu gösterir.


Görüşümüz, bilişsel bilim ve felsefenin özellikle algı ve deneyim doğası alanında belirli yönleriyle uyumludur. Bilişsel bir bakış açısından, yeşil renk ve ağaç kavramının beynimizde benzer şekilde işleniyor olması, algının somut deneyimin üzerindeki rolünü vurgular. Zihinsel temsillerin oluşumunda desen tanıma ve renk veya şekil ile ilgili nöral aktivasyon gibi bilişsel süreçler etkilidir.


Felsefi açıdan, yaklaşımımız düşünce, deneyimin öznel doğasını vurgulayan perspektiflerle uyumludur. Renk yeşil veya ağaç gibi dış nesneleri algıladığımızın, zihnimizin dışsal bir gerçekliğin özünde var olan bir özelliğini değil, zihinsel bir oluşumunu yansıttığı fikriyle örtüşmektedir. Bu, algılanan dünyamızı şekillendirmede zihnin etkin rolünü vurgulayan idealist felsefeyle uyumludur.


Görüşümüz, bilişsel bilim ve felsefenin karmaşık etkileşimini, dış dünya anlayışımızın oluşumunda nöral süreçler ile öznel deneyimler arasındaki karmaşık ilişkiyi vurgulayan ilginç bir kesişimi yansıtmaktadır.

“Kazanan Beyin Yapısı”

 

“Kazanan Beyin Yapısı”


Güney Azerbaycan Türkleri'nin Tarihsel Zemininde Çok Yönlü Hayatta Kalma Stratejileri,


Bu yazı, Güney Azerbaycan Türkleri arasında yaygın olan "kazanan mentalitesi"ni tarihsel bir derinlemesine inceleme ile ele alarak, bölgenin geçmişinin karmaşıklığını aydınlatan tarihsel referanslar ve gerçekler üzerine odaklanmaktadır. Çok yönlü zorlukların anlaşılabilmesi için bu kapsamlı analiz, askeri, kültürel, sosyal, ideolojik, kimlik ve siyasi alanlardaki tarihsel gelişmeleri detaylı bir şekilde incelemektedir. Gerçeklikten arınmış, geçmişe yönelik “kazanan beyin yapısı”, Güney Azerbaycan Türk milletinin İran-Fars işgalından kurtuluş mücadelesinde, yenilgiye götürecek en zehirli ve zararlı mentalitedir. 


Tarihsel Bağlam:


Güney Azerbaycan'ın tarihi, Türk devletlerinin ve medeniyetlerinin mirasıyla derin bir şekilde bağlantılıdır ve bölgenin kimliğini ve stratejik önemini şekillendirmiştir. Türk devletlerinin oluşumu ve stratejik önemi, bölgenin tarihsel gelişmeleri içinde karmaşık bir arka plan oluşturur. Bölgenin tarihi, çeşitli çatışmalar, toprak anlaşmazlıkları ve jeopolitik değişimlerle işaretlenmiş, özellikle İran-Pers ile olan kalıcı mücadeleler bölge tarihine damgasını vurmuştur.


Askeri Gerilemeler:


Tarihsel askeri mücadelelere daha yakından bakıldığında, Güney Azerbaycan Türkleri'nin önemli askeri gerilemelerle yüzleştiği anlaşılmaktadır. Savaşlar ve çatışmalar, özellikle İran-Pers ile olanlar, bölgenin jeopolitik manzarasını etkilemiş ve güç dinamiklerini şekillendirmiştir. Askeri mücadelelerin tarihsel bağlamını anlamak, İran-Pers işgali tarafından ortaya çıkan zorluklarla başa çıkmak ve gelecek için etkili stratejiler geliştirmek açısından önemlidir.


Kültürel Mirasın Direnci:


Güney Azerbaycan Türkleri, dil çeşitliliği, geleneksel uygulamalar ve sanatsal ifadelerle şekillenen zengin bir kültürel mirasa sahiptir. Ancak, tarihsel referanslar aynı zamanda bu kültürel zenginliği tehdit eden dış baskıları ve asimilasyon girişimlerini ortaya koymaktadır. Kültürel mirasın korunması ve adapte edilmesi, bu alandaki zorluklara karşı direncin anahtarıdır.


Sosyal ve Politik Dinamikler:


Güney Azerbaycan'ın sosyal ve politik dokusu, temel haklar ve politik temsil için yapılan mücadelelerle karmaşık bir şekilde örülmüştür. Tarihsel gerçekler, Güney Azerbaycan Türklerinin özgün kimliklerini savunma ve adil politik katılım sağlama konusundaki zorlukları ortaya koymaktadır. Sosyal ve politik dinamiklerin tarihsel evrimini incelemek, güncel sosyal ve politik sorunları ele almak için etkili çabaları şekillendirmek açısından önemlidir.


İdeolojik Değişimlerin Rolü:


İdeolojik değişimlerin, Güney Azerbaycan Türkleri'nin kolektif bilincini şekillendirmede oynadığı rol, tarihsel bir perspektiften ele alınmalıdır. İdeolojik evrimlerle birlikte, toplumun tarih boyunca olaylara yönelik algısı da değişmiştir. İdeolojik değişimleri anlamak, sürekli bir "kazanan mentalitesi" efsanesini çürütme ve topluluğun karşılaştığı zorlukların daha gerçekçi bir anlayışını teşvik etme açısından önemlidir.


Çağdaş Zorluklar ve Tarihsel Derslerin Işığında Gelecek:


Tarihsel bağlamdan çağdaş zorluklara geçiş yaparken, bölgenin tarihinin bugünkü durum üzerinde uzun vadeli bir etkisi olduğu açıkça görülmektedir. Askeri gerilemeler, kültürel tehditler ve politik mücadelelerle gösterilen direnç, Güney Azerbaycan halkının kalıcı ruhunu gösteren bir kanıttır.


Günümüz Güney Azerbaycan'ında Askeri Dinamikler:


Modern dönemde Güney Azerbaycan Türkleri, farklı biçimlerde ortaya çıkan askeri zorluklarla karşı karşıya kalmaya devam etmektedir. İran-Pers ile olan tarihsel mücadeleler, yeni jeopolitik gerçeklere yerini bırakmış, bu da güçlü savunma mekanizmalarının geliştirilmesini gerektirmektedir. Tarihsel askeri gerilemelerden çıkarılan dersler, dış baskılara karşı etkili bir savunma mekanizması oluşturmak için kullanılabilir.


Kültürel Direniş ve Uyum:


Kültürel mirasın korunması, günümüzde teknolojik gelişmeler ve eğitim girişimleriyle birleşerek daha geniş bir kitleye ulaşabilir ve gelecek nesillere aktarılabilir. Kültürel direniş, asimilasyon tehditlerine karşı kendi kimliklerini koruma çabalarını içerirken, aynı zamanda yeni bağlam ve gereksinimlere adapte olma yeteneğini içermelidir.


Sosyal ve Politik Görüntü:


21. yüzyılda Güney Azerbaycan'ın sosyal ve politik manzarası, tarihsel mücadelelerin izlerini taşımaktadır. Temel haklar, politik temsil ve sosyal katılım için yapılan mücadeleler, tarih boyunca kazanılan deneyimlerin bir yansımasıdır. Tarihsel dersler, güncel sosyal ve politik sorunlara çözüm bulma ve topluluğun haklarını koruma çabalarını yönlendirme açısından hayati öneme sahiptir.


İdeolojik Anlatılar ve Milli Bilinç:


Güney Azerbaycan Türkleri, 21. yüzyıl dünyasının karmaşıklıklarıyla başa çıkarken, tarihsel ideolojilerin ulusal bilinç üzerindeki etkisi önemli bir düşünce konusudur. Tarihsel anlatıların eleştirel bir şekilde yeniden değerlendirilmesi, sürekli bir "kazanan mentalitesi" efsanesinden uzaklaşmayı ve topluluğun karşılaştığı zorlukların daha gerçekçi bir değerlendirmesini mümkün kılar. Bu, topluluk bilincini adaptif, bilgi sahibi ve dirençli hale getirecek bir kolektif bilincin oluşturulmasına katkı sağlar.


Geleceğe Doğru: Kimliği Geri Kazanmak ve Dirençli Bir Gelecek İnşa Etmek:


Geleceğe yönelik bir yol haritası çizerken, Güney Azerbaycan Türkleri'nin tarih derslerinden ilham alması ve stratejilerini bu bilinçle şekillendirmesi önemlidir. Tarihsel gerilemelerin farkında olmak, direnişin yanı sıra kendi benzersiz kimliklerini koruma çabalarının bir parçası olarak görülmesi gereken önemli bir temeldir. Tarihsel farkındalık ile çağdaş gerçeklerin birleştirildiği stratejik bir yaklaşım, Güney Azerbaycan halkının mevcut ve gelecekteki zorluklarla yüzleşirken benzersiz kimliklerini korumalarına ve inşa etmelerine yardımcı olabilir.


Sonuç:


Güney Azerbaycan Türkleri, çok yönlü bir tarih mirasına sahip olarak, askeri mücadelelerden kültürel direnişe, sosyal ve politik mücadelelerden ideolojik evrimlere kadar bir dizi zorluğun ortasında bulunmaktadır. Tarihsel referanslar, topluluğun karşılaştığı zorlukları anlamak ve geçmişten gelen güçlü yönleri kullanarak gelecekteki mücadelelere hazırlıklı olmak için kritik bir bilinç oluşturur. Bu bilinç, Güney Azerbaycan Türkleri'nin benzersiz kimliğini koruma ve inşa etme yolunda, hem geçmişin mirasını değerlendirme hem de çağdaş gerçekliklere uyum sağlama açısından önemlidir.

İnanç Beyni Yoksa Bilinç Beyni?

 

İnanç Beyni Yoksa Bilinç Beyni?


Bilgi oluşturma ve eleştirel sorgulama altındaki karmaşık nöral zeminde, sırasıyla duygusal işleme ve analitik düşünme ile ilişkilendirilen ventromedial prefrontal korteks (vmPFC) ve dorsolateral prefrontal korteks (dlPFC) önemli düzenleyiciler olarak ortaya çıkar. Bu nöro-bilimsel tartışma, "inanç beyni" ile "eleştirel ve sorgulayıcı beyin" arasındaki nüanslı etkileşime odaklanarak, ikna ve şüphe duygularının nörobiyolojik temellerini açığa çıkarır.


(vmPFC), duygusal işleme ve karar verme entegrasyonunun bir kesişim noktası olan, inançların nöral temelinde merkezi bir rol oynar. Dopaminerjik yollar, özellikle ödülle ilgili devreler içinde belirgin olan, pozitif takviye mekanizmalarını güçlendirerek ikna duygusunu arttırmaya katkıda bulunur. Bu nedenle, inançların nörokimyasal açıdan incelenmesi, duygusal değer ve bilişsel rezonansın karmaşık bir dansında amigdala ve ventral striatumu içerir.


Öte yandan, eleştiri ve sorgulama rehberliğinde bilinen dlPFC, bilişsel kontrol ve analitik akıl yürütme için bir rehber olarak hareket eder. Fokuslu dikkatle ilişkilendirilen noradrenalin, bilişsel kontrolün simfonisinde, duygusal önyargıları bastırmak ve kanıta dayalı akıl yürütmeyi kolaylaştırmak için yer alır.


Sam Harris'in "İnanç Beyni"de bilişsel yanılgıları, ve Antonio Damasio'nun "Descartes'ın Hatası"nda neden ve duygu arasındaki birlikteliği açıklaması, inanç felsefesinin gelişen sahasında temel bir rol oynar. Bu eserler, inancı disiplinler arası bir lensle inceleyerek geleneksel Cartesian ikiciliği aşan, inanç üzerinden bakarlar.


İşlevsel manyetik rezonans görüntüleme (fMRI), inançla ilişkilendirilen görevler sırasında nöral dinamiklere dair içgörüleri sağlayan metodolojik bir anahtardır. Bu deneysel çerçevede, amigdala ve ventral striatum, inanç oluşturmanın duygusal ve ödülle ilgili süreçlerin birleştiği nöral yerler olarak ortaya çıkar.


Michael Shermer'ın "İyi ve Kötünün Bilimi" ve Richard Dawkins'in "Tanrı Yanılgısı"nın rehberliğinde, şüphecilik felsefi bir etos olarak ortaya çıkar. Shermer'ın evrimsel bakış açısı ahlaki inançları sorgularken, Dawkins, dini inançların bilişsel mimarisini keşfeder ve şüpheciliğin felsefi açıklamasına katkıda bulunur.


Bu nöral simfonilere dair düşünürken, nöro-bilimsel araştırma ve felsefi düşünceyi birleştiren akademik bir keşif, inanç ve şüphe arasındaki dikotomiyi çözer. Bu akademik keşif, her inanç ve şüphe araştırmasının insan bilincinin sürekli evrilen tuvalinde akademik ağırlığını damgaladığı nuanslı bir anlayış sunar.


Kaynaklar:

1. Harris, S. (2011). "İnanç Beyni."

2. Damasio, A. (2005). "Descartes'ın Hatası."

3. Shermer, M. (2004). "İyi ve Kötünün Bilimi."

4. Dawkins, R. (2006). "Tanrı Yanılgısı."

“Orta Dünya” Nedir?

 “Orta Dünya”  Nedir?


İnsan algısı, evrim yoluyla dikkatlice şekillenmiş, gerçekliğin parçalarına ve yüzeysel yönlerine sınırlıdır. Görme, tatma, dokunma, koku ve işitme gibi beş duyu, "orta dünya" olarak adlandırdığım bir sahne içinde varoluşun dokusunu oluşturur. Bu ifadenin daha önce kullanılıp kullanılmadığı belirsizdir, ancak burada benim tarafımdan buluş olarak benimsenmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu nedenle insan algısı, hatta en primitif yaratıklar olan köpekbalıkları veya acınası hamam böcekleri ile karşılaştırıldığında bile oldukça sıradan ve temel bir deneyim sunar. Aklımızın şu anda sahip olduğumuz gelişmiş bilgi ve bilimle tahmin edebileceğimiz duyuları bir kenara bırakın. Çünkü orta dünya beynimiz ve orta dünya bedenimizle sınırlıyız, bu nedenle evreni keşfetmemiz ve dünyanın gerçekliğini anlamamız mümkün olmayacak. Makinelerimiz yapamadığımızı yapsa bile, her şey hala orta beynimizin filtrelerinden geçmeli ve orta bedenimizle başa çıkmalıdır. Şu anda beynimiz vücudumuza kıyasla çok daha gelişmiş durumda olsa da, ne yazık ki vücudumuz 300.000-500.000 yıl öncesine aittir. Bu nedenle, bedenimiz, beynimizden daha çok orta dünyadır, ancak maalesef beynimiz vücudumuzun bir parçasıdır ve onunla sıkışıp kalmıştır. Çünkü canlı olmak için ona ihtiyaç duyar.


Bu uyumsuzluk, algısal sınırlarımızı aşmamızı ve evrenin özünü anlamamızı engelleyen temel bir engel ortaya koyar. Bilimsel bir bakış açısıyla düşünüldüğünde, duyularımız, mevcut duyusal bilginin sadece çok küçük bir kesimini seçici olarak ileten birer aracı olarak işlev görür ve biyolojik ihtiyaçlarımızı karşılamak için bir gerçeklik inşa eder. Evrim, duyusal aparatımızı sürekli olarak geliştirse de, orta dünya'nın hayatta kalma odaklı talepleri tarafından kısıtlanır. Duyularımızın belirli dalga boylarını algılama yeteneksizliği, gama ışınları gibi bazı frekansta algılamamız gereken bilgilerin eksikliğini vurgular.


Filozof Immanuel Kant, algımızın doğası gereği öznel olduğunu ileri sürdü ve bizim kendi bilişsel çerçevelerimizin lensinden gerçekliği deneyimlediğimizi öne sürdü. Bu öznelik, sadece fenomenleri kendi gözlemlerimize göre kavrayabileceğimizi, bağımsız olarak var olanlar gibi kavrayamayacağımızı belirtir. Kant'ın bakış açısı, orta dünyanın öznel bir yapı olduğu düşüncesini destekler, duyularımızın ve bilişimizin biyolojik ihtiyaçlarımıza hizmet etmek için şekillendirdiği bir yapı.


Buna karşılık, bilimsel realizmi savunan Richard Boyd gibi isimler, bilimsel teorilerin nesnel olarak gerçekliği tanımlamayı amaçladığını savunurlar. Bu bakış açısından, bilimsel araştırma yoluyla evreni anlama çabası, insan algısındaki öznelikleri aşmayı hedefler. Ancak duyusal kısıtlamalarımızla evrenin geniş yelpazesine meydan okunması, bu bilimsel çabanın etkinliğini sorgular.


Beynimiz ile evrenin karmaşıklığı arasındaki bilişsel tutarsızlık tekrar eden bir tema olmuştur. Filozof Thomas Metzinger, "Ben Tüneli" kavramını inceleyerek, bilincimizin doğru bir tasvirinden ziyade kısıtlı bir temsil olduğunu öne sürer. Bu, orta beynimizin algıda bir tünel oluşturduğu fikriyle uyumludur ve sonsuzluğu kavrama yeteneğimizi sınırlar.


Ancak, gelişmiş bilişsel yetilerimizle eski vücudumuz arasındaki paradoksal ilişki, orta dünya varoluşumuzun sınırlamalarını uzlaştırmada yaşadığımız zorlukları örneklendirir. Beynin plastisitesini inceleyen nörolojik perspektifler, bilişsel kapasitemizi artırma olasılığını beraberinde getirir, böylece şu anda ulaşamadığımız gerçekliği anlamak mümkün olabilir.


Sonuç olarak, insan algısının karmaşıklığı, sıkıca “orta dünya”paradigmalarına yerleşmiş, evreni anlamanın doğasında temel bir engel oluşturuyor. Bilimsel ve felsefi söylem, algımızın sınırlarının meydan okuduğu bir dünyada birleşir, bilişsel varlığımızın özünü sorgular. Kant ve Metzinger'in felsefi içgörülerinden Boyd'un savunduğu bilimsel realizme kadar, gerçekliğin daha derin bir anlayışını arayan bir yolculuk, aynı anda hem felsefi hem de bilimsel bakış açılarını kapsar.

Sen Leyli Değilsin Ey Perizad!

 Sen Leyli Değilsin Ey Perizad!


Düşüncemiz, metafizik ve epistemolojiye dair ilginç alanlara dalmaktadır; gerçekliğin doğası ve insan algısının sınırları üzerine bir pencere açmağa çalışıyorum. 

Bilimsel bir bakış açısından, kuantum fiziği, gözlemin parçacıkların davranışını etkileyebileceğini öne sürerek geleneksel gerçeklik anlayışımızı sorgular. Bu kavram, gözlemcinin etkisi olarak bilinir ve evrenin temel doğasına dair sorular ortaya çıkar.


Kuantum mekaniği, subatomik parçacıkların davranışıyla ilgilenen fizik branşı, gerçekliğin anlayışımıza belirsizlik katmaktadır. Kuantum teorisine göre ölçüm yapma eylemi bir parçacığın durumunu değiştirir. Bu, gözlemlerimizin nesnel bir gerçekliğin pasif yansımaları olmadığını, algıladıklarımızı şekillendiren aktif katılımlar olduğunu ima eder. Fizikçi John Wheeler'ın ünlü bir şekilde söylediği gibi: "Evrenin varoluşuna katılımcı olmuş bulunmaktayız."


Felsefi olarak, Immanuel Kant gibi düşünürler, algımızın zihin yapımızı şekillendirdiğini öne sürdüler; dış gerçekliğin algıladığımızdan farklı olabileceğini ima ettiler. Kant'ın transcendental idealizmi, mekanın ve zamanın dış dünyanın özünde bulunan özellikler olmadığını, onları deneyimlediğimiz çerçeveler olduğunu iddia eder. Bu, düşündüğümüz gerçekliğin, asıl doğasından farklı olabileceği düşüncesiyle uyumludur.


Kant'ın fikirleri, gerçekliğin doğası ve algılarımızın bunu ne ölçüde inşa ettiği konusunda derinlemesine bir felsefi tartışmanın kapısını aralar. Deneyimimizin öznel doğası şu soruyu gündeme getirir: Gözlemimizden bağımsız olarak dışta bir gerçeklik var mı, yoksa gerçeklik bilincimizin bir ürünü mü?


Karşıt görüşte olanlar, realizmin savunucusu olarak, algımızdan bağımsız bir nesnel gerçeklik olduğunu iddia ederler. Albert Einstein ve Bertrand Russell gibi bilim insanları ve filozoflar, belirli kurallar ve prensiplere tabi olan somut bir dış gerçekliğin var olduğunu savunmuşlardır.


Einstein, kuantum mekaniğinin temelleri konusundaki tartışmalarında Niels Bohr ile yaptığı konuşmalarda "Tanrı, evrende zar oyunu oynamaz" dedi. Belirli yasalara tabi olan belirlenimci bir gerçekliğin varlığına inanmıştı. Önde gelen bir filozof olan Bertrand Russell da realizme eğilim göstererek gerçekliğin nesnel doğasını vurgulamıştır.


Bu karşıtlığı gezinirken, gerçekliğimizin anlaşılması, deneysel gözlemler, teorik çerçeveler ve insan bilincinin yorumlayıcı merceğinin karmaşık bir etkileşimine dayanmaktadır. "Matrix" benzetmemiz, algıladığımız gerçekliğin yapılandırılmış veya simüle bir deneyim olabileceği fikriyle rezonans kurar; bu fikir, hem felsefede hem de popüler kültürde incelenen bir temadır.


Filozof Nick Bostrom'un popülerleştirdiği simülasyon teorisi, daha gelişmiş bir medeniyet tarafından yaratılmış bir bilgisayar simülasyonunda yaşadığımızı öne sürüyor. Bostrom, belirli varsayımların doğru olduğu durumda, muhtemelen bir simulasyon gerçekliğinde, temel gerçeklikte değil olduğumuzu savunuyor. Bu teori, gerçekliğimizin doğasının farkındalığımızdan çok daha karmaşık ve kaçınılmaz olabileceğini öne sürüyor.


Sonuç olarak, gerçekliğin doğası, çeşitli bakış açılarıyla dolu bir soru işareti olarak kalıyor. Hem bilimsel bulgularla hem de felsefi perspektiflerle etkileşimde bulunmak, varlığın etrafındaki derin sırları daha kapsamlı bir şekilde keşfetmemize olanak tanır.


Bilim ve felsefenin kesişimi, gerçekliği anlamanın zengin bir dokusunu sunar; sadece neyi gözlemlediğimizi değil, aynı zamanda gözlemlerimizi nasıl yorumladığımızı ve anlamlandırdığımızı sorgulamamıza neden olur. Hiçliğin tavşan deliğine bakarken, gerçekliğin doğası üzerine düşünerek, insan bilgisinin sınırında buluruz kendimizi; merak ve şüphe, daha derin bir anlayışın peşinde sürekli bir araştırmada birleşir.

(YU), “ Yapay Us”* İle İlgili Görüşümüz

 (YU), “ Yapay Us”* İle İlgili Görüşümüz,


Kişi uygarlığının bu çağında, Yapay Us’un (YU) ortaya çıkmasıyla birlikte, büyük bir teknolojik devrimin eşiğindeyiz. Bu devrimsel değişim, evrenin merkezinin Yerküresi olmadığı keşfi gibi tarihsel dönemeçlerin etkilerini yankılamakta. Görüşlerim, YU’un sadece bir araç olmanın ötesine geçtiği ve derin toplumsal dönüşümleri müjdelediği inancını yansıtmaktadır.


YU’un gelişimini tarihsel teknolojik ilerlemelerle karşılaştırırken, telegraf, telefon, telsiz iletişim, internet ve nükleer bilim gibi icatların askeri kökenlerine benzer bir yol izlenmiştir. Tarih boyunca, askeri amaçlar için geliştirilen yeniliklerin sivil alanlara sızmış olması kaçınılmazdır. Ancak bu durumu kabul ederken, gereksiz panik yapmanın anlamsız olduğunu düşünüyorum. İnsan faktörü, YU’un öncekiler gibi çeşitli amaçlar için kullanılacağını ve insan ilişkilerinin karmaşık dokusuna entegre edileceğini sağlar.


Gelişmiş primatlara ait keskin bir taşın kazara keşfinden gelişmiş lazer kesici, veya parçacık bölücü gibi aletlere dönüşen süreci anımsatan bir şekilde, Yu’un icadı da insan yaratıcılığının bir devamını temsil eder. Ancak, YU’un genel halkın ellerine bırakıldığında silahsızlandırılabilir olma potansiyeli kritik bir farklılıktır.


YU’un sözde insani değerlere, spiritüelliğe ahlaka veya duygusallık gibi özelliklere sahip olmadığına dair çekincelere karşı çıkarken, bu niteliklerin toplumsal etkileşimlerden öğrenilen ve ortaya çıkan özellikler olduğunu savunuyorum. YU’a sözde insani değerler, spiritüellik, ahlak ve duygusal hassasiyet aşılamak ve yüklemek bir olasılıklıdır, ve bu da insan özellikleriyle sınırlı bir kavramın ötesine geçer.


İnsan etkileşimlerindeki güç dinamiklerini yönlendirirken, güçlü ve güçsüz arasındaki her etkileşimin genellikle güçlü lehine sonuçlanma eğiliminde olduğu inancını benimserim. YU’un askeri, istihbarat, ekonomi, gıda üretimi, tıp ve ötesinde yaygın olarak bulunması, mevcut güç farklılıklarını artırma potansiyeline sahiptir. YU sadece bir araç değil, güçlülerin etkilerini konsolide ettiği ve genişlettiği bir mekanizmadır.


YU’un istihdam modellerini potansiyel olarak bozma yeteneğini tanıyarak, bazı işleri değiştirebilirken, yeni istihdam olanakları yaratma olasılığını da kabul ediyorum. Nüfus artışıyla ilgili endişeleri ele alırken, YU’un kullanılmasıyla Dünya'nın kaynaklarını optimize etmenin, nüfus artışı ile sürdürülebilirlik arasındaki ince dengeyi yönetmeye yardımcı olabileceği fikriyle uyumluyum.


İnsanlığın karşı karşıya olduğu varoluşsal tehditleri düşünerek, YU’un geniş veri kümelerini analiz etme ve karmaşık simulasyonları gerçekleştirme potansiyeli, çeşitli varoluşsal tehditleri ele alma konusunda belirleyici bir rol oynayabilir. Uzaydan gelen meteorlardan yanardağ patlamalarına, hava ve su temizliğine, gıda üretimine, sağlığa ve kanser kontrolüne kadar YU uygulamaları, YU’un varoluşsal krizlere karşı potansiyelini göstermektedir.


Ancak, genel bir iyimserlik duygusu içerisinde olduğum YU’un potansiyeli, insan davranışları ve niyetleri konusundaki pesimizmimle dengelenir. Son 10.000 yılın yazılı veya keşfedilmiş insan tarihindeki davranışlara dayanarak, insan niyetlerinin tutarlılığı konusunda belirli şüpheler ifade ediyorum. Bu bakış açısı, tarih boyunca görülen güç ve sömürü kalıplarının YU’un entegrasyonunda tekrarlanmasını önlemek için dikkatli bir şekilde incelenmesini öneriyor.


Sonuç olarak, Yapay Us’un gelişimi, önceki devrim niteliğindeki dönemlere benzer şekilde insan tarihinde kritik bir noktayı işaret ediyor. Potansiyelini kucaklarken etik sorunları dikkatlice incelemek hayati önem taşıyor. Yapay Us çağını yönlendirmek, teknolojik ilerlemenin etik düşüncelerle dengeli bir şekilde ele alındığı bir rotayı izlemeyi gerektiriyor. Yapay Us’un yaşamımıza entegrasyonu, sadece yenilik için değil, aynı zamanda nüfus artışı, gezegen kaynakları, varoluşsal tehditler ve insan davranışlarının karmaşıklıkları gibi zorlu sorunlara çözümler sunma fırsatını beraberinde getiriyor. Bu devam eden tartışma, çeşitli bakış açılarını içermeli ve teknolojik olarak gelişmiş ve etik açıdan sağlam bir gelecek oluşturmak adına çeşitli bakış açılarını değerlendirmelidir.


*Yapay Zeka yerine, (YU), Yapay Us’u uygun bildiğime göre Türkcesini kullanmağı yeğlemişimdir.

Bezm-i Alemden Gedersen İxtiyarın Olmadan,

 Bezm-i Alemden Gedersen İxtiyarın Olmadan,

Qoyma Elden Sağeri, Var İxtiyarın Her Qeder.


(Erk) Özgür İrade Yanılsaması ve (Kişi) İnsan, 


Görüşümüzce, varsayılan “özgür irade” anlatacağım nedenlerle göre, insan ürünü olmakla birlikte bilimsel alanda da gerçeklik kazanmamaktadır. Evrenin genişliği içinde, özellikle insan bakış açısından özgür irade kavramı karmaşık bir  konumdur. Kuantum mekaniğindeki süperpozisyon ve belirsizlik ilkelerine rağmen, bakış açım sabit - özgür irade insan-merkezli bir yanılsamadır.


Temelde özgür irade, kontrol ve özerklik isteğinden türemiş gibi görünüyor. İnsan algısının ötesinde evren, böyle bir kavramın ampirik kanıtını sunmuyor. Aksine, özgür irade, insanın eylemlerine ve sorumluluklarına sahiplik ve hesap verebilirlik sağlamak için insanlık tarafından şekillendirilmiş bir araç gibi görünüyor.


Nörobilimci ve düşünür Sam Harris, özgür iradenin ahlaki sorumluluğu üzerinde hiçbir etkisi olmadığını savunarak bu görüşü destekliyor. Harris'in "Free Will" (2012) adlı eserinde, insan eylemlerinin karmaşık bir şekilde nedensellikle bağlantılı olduğunu, bu nedenle özgür irade ve ahlaki sorumluluğun ayrılamaz olduğu düşüncesini sorguluyor.


Determinizmin savunucusu Albert Einstein ünlü bir şekilde "Tanrı evrenle zar oynamaz" ifadesini kullanmıştır. Deterministik dünya görüşü, evrenin neden-sonuç ilişkisi tarafından yönetildiği fikriyle uyumludur, gerçek rastgelelik için ise yer bırakmaz.


Ancak, kuantum mekaniği, atom altı seviyesinde belirsizlik unsuru getirir. Niels Bohr ve Werner Heisenberg gibi figürler, parçacıkların gözlemlenene kadar belirli özelliklere sahip olmadığını savunarak determinizmi sorgular. Ancak bu kuantum belirsizliği, insan karar alma süreçlerine gerçek bir etki sağlamaz, evrenin belirlenmiş doğasını korur.


Nörobilimci Benjamin Libet'in deneyleri, özgür iradeyi reddetmeyi destekler niteliktedir. Ünlü Libet deneyi, isteğe bağlı eylemlerin bilinçli niyeti önceden geçen sinirsel süreçleri göstermiş, özgür irade konseptini sarsmıştır.


Özgür iradeye karşı olan bu tutum, bilimsel ve felsefi topluluklarda ivme kazandıkça, daha geniş sonuçları göz önünde bulundurmak önemlidir. Özgür irade reddi, insanlar dışında kalan alanlarda, hayvanlarda, makinelerde ve evrenin diğer bileşenlerinde özgür irade ile ilişkilendirilen özelliklerin eksikliğini gösterir.


İnsanın özgür irade yanılsamasına kapılma eğilimi, umutsuz bir dilek gibi görünüyor - varoluşun belirsizlikleri içinde psikolojik bir sığınak. Bu algılanan güçten yararlanma isteği, insanların özgür iradenin, varoluşun fırtınalı denizlerinde kontrol sunan bir inanç olduğuna dair içsel bir eğilimden kaynaklanıyor.


Ancak özgür iradeyi kozmik mekanizmaya, özellikle insan eylemlerine ve toplumsal davranışa entegre etmek temelsizdir. Bu perspektif, bireyleri sorumluluktan muaf tutmamalıdır. Toplumsal kurallar ve düzenlemeler, özgür iradeyi denklemden çıkarsak da dahil etsek de korunmalıdır.


Gözlemlenebilir evren boyunca yaygın olarak görülen belirleyici mekanizmalara dalmak, özgür irade yanılsamasının ortaya çıkması - kontrol, özerklik ve güç hissi veren bir yanılsama olarak görülür. Bu yanılsama, evreni yöneten belirleyici arka plana karşı incelendiğinde çöker.


Sam Harris gibi bilimadamları ve düşünürler ile aynı fikirdeyim; her eylem, tercih veya kararın önceki olaylara veya nedensellik zincirine kadar izlenebileceğini savunuyorum. Nedensellik karmaşıklıkları, adeta büyük patlama olarak adlandırılan noktaya kadar uzanır. Bu nedensellik zinciri, özgür irade için yer bırakmaz. Bu belirleyici perspektif, insan karar alma süreçlerini etkileyen sayısız faktörü düşündüğümüzde güçlenir - biyolojik, çevresel ve psikolojik faktörler dahil.


İnsan karar alma süreçleri, sıklıkla özgür irade olarak etiketlenen, hatalara, önyargılara ve volatiliteye tabidir. Genetik etgenler başta olarak, sıcaklık, hava basıncı, nem gibi dış faktörlerden, yaş, alınan besin gibi iç faktörlere kadar her yönüyle insan varoluşunu etkileyen sayısız değişken etgenler bu süreçleri etkiler.


Ayrıca, özgür irade fikrinin tüm bu karmaşık ve duyarlı sistemi kontrol edenler tarafından, en azından icat edilmiş olmasa bile büyük ölçüde kullanıldığını düşünüyorum. İnsan tarihinde, yargı sistemleri insanın varsayılmış özgür iradesi üzerine inşa edilmiş. Görüşümüzce eğitim, erken tespit ve müdahale yaklaşımı yanısıra ceza vermekten uzak durulsaydı, daha yaşanır bir medeniyete tanıklık edecektik.


Bu kadar karmaşık ve duyarlı bir sistemi özgür irade olarak adlandırmak, mantıklı ve bilimsel akıl ile çelişir.


Görüşümüzce, özgür iradenin reddi, belirlenmiş bir evrende sadece insan bilincine özgü bir yanılsama olduğu anlayışına dayanmaktadır. Kuantum mekaniği, atom altı seviyesinde belirsizlikleri tanıtmasına rağmen, genellikle özgür irade ile ilişkilendirilen yetkiyi vermez. Evrenin belirlenmiş doğasını kabul etmek, köklü düşünceleri sorgulayan ve insan varoluşunu kozmik dokuda daha nuanslı bir şekilde anlamak için bir yol açan bir paradigma değişikliği gerektirir.

Seher Seher Bağa Girdim

 Seher Seher Bağa Girdim,

Ne Bağ Bildi, Ne De Bağban!


İnsan bilincinin ortaya çıkışı, hemen hemen insan topluluklarının hepsinin yaratılış anlatılarına ve mitolojilerine karşı, sinir kompleksinin genişlemesinde kök bulur. İnsanlık milyarlarca nöron ve trilyonlarca bağlantı kazandıkça bilinç açıldı - anlık yaratılış hikayelerinden sapma.


Bu bilimsel bakış açısında insanlığın doğuşu, kendi farkında olma, elle tutulmayanı algılama, ileriye dönük düşünme, planlama ve hayal etme yeteneği anlamına gelir. Genişleyen bilinçle donatılmış insanlar, sanatı şekillendirme, bilimi ilerletme ve sadece kendilerini değil, aynı zamanda çevreyi, Dünya'yı ve belki de evreni etkileme yeteneğine sahip hale geldiler.


Bu dönem, insanlığın (seher), erken sabahını simgeler; algılanan karanlıkta ve amaçsızlık ve farkındalık eksikliğinde, insanlar, anlam yaratma yeteneğine sahip eşsiz varlıklar olarak ortaya çıktılar. Bu kozmik tiyatroda insan bilinci, varoluş hikayesini şekillendiren aydınlatıcı bir güç haline geldi.


El Uzadıb Bir Gül Derdim,

Ne Bağ Bildi, Ne De Bağban!


Insan düşüncesinin engin kumaşında, nörolojinin, biyolojinin, kozmolojinin ve atom altı, kuantum fiziği gibi küçük ve astrofizik gibi büyük bilimlerin inceliklerini çözme çabası, bilimsel keşfin merceğinden derin bir değişim geçirdi. Bir zamanlar sarıldığı inançlar, dinin, batıl inançların ve sahte bilimlerin kumaşına işlenmişti; yaratılış hikayeleri, astroloji ve zihnin madde üzerindeki etkisi gibi. Ancak şimdi bilimsel titizliğin karşısında direnç gösteren bu inançlar, insanlığın yoğun bir süzgeç altında elde edilen bilgiye yönelik araştırmaların ardında geri çekilmeye başladı.


İnsanlık, yanlış inançların uzun karanlık çağlarından çıkarken, evrenin kolektif anlayışını aydınlatan bilimsel bir fenerin loş ışığını yaşamaya başlıyor. Bu çağlar ötesi uyanış, insanlığın temelsiz dogmalardan kurtulduğu ve bilgiye yönelik deneyimsel arayışı benimsediği özgürleşmeyle benzerlik taşır. Bilime doğru her adımda, sanki insanlığın uzatılmış kolu – beyinsel uzantının somutlaşması – bilgeliğin meyvelerini nazikçe toplamak üzere uzanır gibi. Bu yanlış anlamaların reddedildiği, insan zekasının, bilimsel sorgulamanın parlak işaretçisiyle kozmosu keşfettiği bu dönüşümcü serüvende, insan düşüncesi felsefi bir yolculuğa çıkıyor.


Bağın Beresinden Aşdım,

Süsen Sümbüle Dolaşdım,

Ağladım, Güldüm, Danışdım,

Ne Bağ Bildi, Ne De Bağban!


Insan varoluşunun labirentinde, sayısız zorluğu aştık - hem içsel hem de dışsal olanları. Biyolojimizin sınırlamaları, vücudumuzun ve zihnimizin karmaşık çalışmaları ve ihtiyaçlarımızın evrimleşen doğası kalıcı engellerdi. Çevremizin öngörülemeyen peyzajından diğer yaşam formlarıyla süregelen rekabete kadar olan yolculuk, engellerle dolu olmuştur. Yine de, bu zorluklar arasında, bilimimizi rehberimiz olarak kullanma olasılığı var.


Bu yolculuk, insanın dayanıklılığı ve zekası açısından bir kanıttır. Bugün, bilim ve akıl ilkelerinin aydınlattığı bir dönemde, insanlık özünü ve amacını sorgulamaktadır. Sanat, tuhaf ve takdire şayan bir başarı olarak ortaya çıkmış, kozmosu nasıl algıladığımızı ve yorumladığımızı görmemiz için bir mercek haline gelmiştir. Bu, sıradanı olağanüstüye dönüştürür - beslenmenin sanatından dil ve düşüncenin sanatına.


Varoluşun karmaşıklıklarını keşfederken, sanatla etkileşim kurma yeteneğimiz, çevremizi anlama konusundaki derin anlayışımızı yansıtır. Dil, ifadenin iksiri olarak, evrimsel serüvenimizde dönüm noktasını işaret eder. Sadece iletişimi değil, düşüncelerin, duyguların ve fikirlerin somut bir biçimde alındığı ortam haline gelir. Dil, insanlığın şarap çanağı gibi, başarılarımızı şekillendirir ve ölçer, insan olmanın esansını kapsar.


Bu hayat ve bilinç kumaşında, duyguların ortaya çıkışı büyülü bir senfoniye benzer - doğumun ilk çığlıklarından bir insan çocuğunun bulaşıcı kahkahalarına kadar. Tüm duyular uyanır, deneyimimizin zenginliğine katkıda bulunur. Ancak büyülü alkiminin gerçekleştiği yer dilin ortaya çıkmasıyla olur.


Dil ile birlikte, soyut ve somut, gerçek ve gerçek dışı keşfe çıkıyoruz. Bu, düşüncelerimizin aracı olur, duygularımızın iletim yolu olur ve algılarımızın mimarı olur. İnsanın olgunlaşma bahçesinde, dil bilincimizle birleşen Süsen ve Sünbül gibi hoş kokulu çiçekler gibi hizmet eder.


İnsanlar diyaloga katıldıkça dil, düşüncelerin şekillendiği ve fikirlerin şekillendiği güç haline gelir. Kelimelerin dansında, varoluşumuzun karmaşıklığını açığa çıkararak metaforlar ve metafizik zirvelere ulaşırız. Dil, felsefenin ocaklarından biri olur, kendisi bir sanat formu haline gelir ve varoluşumuzun tam da özünü kapsar.


Bu felsefi keşif, dil, bilinç ve insan deneyimini tanımlayan sanatsal ifadeler arasındaki derin etkileşimin altını çiziyor.


Cahan Diyer: Oxumu Atdım,

Bütün Alemi Oyatdım,

Gül Çiçekden Yükümü Çatdım,

Ne Bağ Bildi Ne De Bağban!


Evrenin görünen genişliğinde, insan bilincinin tapmaca olarak durduğu yer, sonsuz karanlığa saplanmış bir ışık oku gibidir. Bu bilinç, benzersiz ve eşi benzeri olmayan bir özde, bilincin amacsızlığını sorgulayan bilinçsiz evrenin derinliklerine saplanan dönüştürücü bir güç olarak hizmet eder.


İnsan bilinci, bilgiye dair bir ışık oku gibi evrenin karanlık ve ıslak ormanını tutuşturmayı deneyerek, bilinçsiz evrenin amacasızlığını meydan okur. Evrenin belirgin bir başlangıcı olup olmadığı ya da sonsuzluğa mı uzandığı sorusu ne olursa olsun, insan bilincinin fenomeni eşsiz ve rakipsizdir.


Kosmik tiyatroda yalnızca gözlemciler olarak, insanlar bir bilincin ardında belirir, kısacık bir süre kalır ve ardından iz bırakmadan solup gider. Bu, bir kişinin bir çiçek bahçesinde dolaşıp çeşitli çiçekleri toplamasına benzer. Bu varoluş bahçesinde hem çiçekler hem de insanlar solup gider, yokluğun geniş sonsuzluğuna doğru birleşir.


İnsan bilincinin bu geçici doğası, varlığımızın kökeni, amacı ve kaderi hakkında derin sorular ortaya çıkarıyor. İnsanlığın, yokluktan ortaya çıkıp bilincin dansını yaşadığı ve sonunda yokluğun sınırsızlığında çözüldüğü bir yer olarak ortaya çıkır. 

İnsan bilinci evrenin gizemlerine, nüfuz eden bir ışık oku gibi, karanlığın bağrını yarıp evreni parlatmağa götüren derin bir güç gibi görünmektedir.

Biri Var Mıydı? Biri Yok Muydu?

  Biri Var Mıydı? Biri Yok Muydu?


İki Tür Yokluk,


İki tür yokluk kavramı, teorik ve felsefi boyutları birleştirerek bilim insanları ve filozoflar arasında zengin bir diyalog başlatıyor. Bu bulgu, varoluş paradokslarına dalarken teorik fizik ve felsefi düşünceyi bir araya getiriyor.


Teorik fizik alanında, benim görüşlerim, önerilen yokluk türlerinden birinciyle uyumludur. Ben, evrenin bir kuantum boşluğundan ortaya çıkabileceği fikrine katılıyorum. Bu boşluk, dalgalanmalar ve belirsizliklerle dolu bir durumu ima eder. Görüşüm, burada önerilen teorik yokluğun çerçevesi içinde, kuantum seviyesindeki volatilitelerin parçacıkların ve sonunda evrenin yaratılmasına yol açtığı noktada rezonans buluyor.


Lawrence Krauss'un kozmolojik görüşleri de bu bağlamda önemlidir. Krauss, evrenin bir kuantum vakumundan spontan olarak ortaya çıkabileceğini savunuyor. Kuantum seviyesindeki dalgalanmalar, benim önerdiğim gibi, evrenin kökenine dair bir açıklama sunabilir.


Görüşümüz, zamanın sonsuz olduğunu ve sözde Büyük Patlama'dan önce ve sonra var olduğunu savunuyor. Bu, zamanın kökeniyle ilgili geleneksel düşüncelere meydan okur. Teorik fizikte, tartışma devam eder, erken evrende zamanın varlığını keşfetme olasılığını araştırır. Görüşümüz, zamanın temel doğası hakkında derin tartışmalara katkıda bulunuyor.


Bizim görüşümüz, zamanın Büyük Patlama anında başladığı kavramına meydan okur; bunun yerine, parçacık ortaya çıkmasına neden olan aşamalı dalgalanmaların olduğu ebedi bir Büyük Patlama öncesi zamanı önerir. Merak uyandırıcı olmakla birlikte, şu anda deneysel kanıtlar eksiktir. Benim yaklaşımım, belirli kuantum kozmolojik kavramlarla rezonansa girer ve zamanın ve evrenin kökeni hakkındaki devam eden tartışmaları vurgular.


Felsefi açıdan, varoluşçu düşünürlerden Jean-Paul Sartre ve Martin Heidegger zıt görüşleri getiriyor. Existentialism çalışmalarıyla tanınan Sartre, önerilen teorik durumdaki olasılıkların ve belirsizliklerin dinamik doğasını vurgular. Diğer yandan Heidegger, varoluşun geleneksel kavramlarını zorlayan saf, hipotetik bir boşluğa daha fazla rezonans bulabilir.


Fizikçi ve Filozof David Albert'ın eleştirisi, ikinci tür yokluğu yansıtarak "yokluk" teriminin tanımlanmasındaki anlam ve kesinlik sorularını gündeme getiriyor. Albert'ın kuantum vakumunda gerçek yokluk yokluğuna vurgu yapması, bu yazıda önerilen hipotetik, felsefi yokluğun ortaya çıkardığı zorluklarla uyumlu.


Yokluk durumunun ölçülebilir miktarları içerdiği ve kozmik olayları tahmin edebildiği bir teorik durum olmasına rağmen, benim görüşüm, bu teorik yokluğun içinde var olan zamansızlığa vurgu yapar. Evrenin zamansız doğasıyla ilgili düşüncelerim, önerilen teorik durumdaki sonsuz ve ölçülebilir zamanı zenginleştirebilir.


Ancak, ben, önerilen teorik yokluk durumunun hala ortak bir fikre sahip olmadığını görüyorum. Filozof Bertrand Russell'ın yokluk kavramına yönelik şüpheciliği, geleneksel mantığı zorlayan bir durumu kabul etmekte temkinli olanlarla rezonans bulabilir.


Sonuç olarak, yokluğun iki türünün keşfi, bilimsel ve felsefi bakış açılarından besleniyor. Benim kozmolojik anlayışımdan Sartre ve Heidegger'in varoluşsal düşüncelerine, Albert'ın eleştirisinden Barbour'un zamansız bakış açısına kadar, bu diyalog, varoluşun, zamanın doğası ve kavramsal çerçevelerimizin sınırları üzerine düşündürücü fikirleri içeriyor.

Tuesday, March 20, 2018


men güzgüdekinin
sen olduğunu bilmirdim
bağışla
öz özüme baxındım
özümle danışdım düşündüm 
özüme düşdüm daşdım
özüme daşındım
bir ömür

qır qaranlıq gecede
qır güzgüleri
buyuruq qıldın
gözümü qırpmadım qırdım
qırım qırıntı qırıldı
ovuldu töküldü tükendi
batdı el eyağıma üz gözüme
buruldum büdredim 
döndüm yıxıldım
quruldum büründüm güzgünün qırıntılarına
güzgülendim
güzgüleşdim

öz özüme baxdım
derin göründüm
öz içime sığdım sığışdım
sığındım özüme
sığ sığ sığıldım
deyaz deyaz
güzgü qeder

qır qaranlıq gecelerde
bir atış bir ateş 
atışır
bir qıvılcım atlanır
atılır gibi
bir qovdur qovulur yoxluğun üreğinden
çağlanır çağın yayından
qıvıra qıvıra
qıvrıq qıvraq eğilir
geçir menden...


oğuz türk
mart 20 2018